Bir tablo bazen bir ömürden daha fazlasını anlatır. İşte ‘Moss&Freud’ adlı film, 20 yıl önce bir tablonun hayata geçme hikayesini anlatıyor. Lucien Freud’un Kate Moss’u resmettiği, 2005’te Christie’s Müzayede Evi’nde 7 milyon dolardan alıcı bulan ‘Naked Portrait/Çıplak Portre’nin hikayesini…
Londra Film Festivali’nde gösterime giren ve Moss’un bizzat yapımcılar arasında yer aldığı film, sinema tarihinin en çok konuşulan resimlerinden birini, modelin kendi gözünden anlatılıyor.
2002’de Kate Moss, kariyerinin zirvesindeyken Londra’da yaşayan dönemin en popüler sanatçılarından -ve arkadaşı top model Bella’nın dedesi- Lucian Freud’un atölyesine adım atar. Kızı Lila Grace’e yedi aylık hamiledir. Modada bıraktığı izden fazlasını istemektedir. Ve bir şekilde kendini ünlü ressamın fırçasına teslim eder. Sonuç: Haftalar süren poz seanslarının sonunda ortaya çıkan ‘Naked Portrait/Çıplak Portre’, Moss’un parıltılı süpermodel imajını değil, insan olmanın çıplak hâlini yakalar.
Filmin en unutulmaz anı, Moss’un tabloyu ilk kez gördüğü sahne. Sessiz kalıyor, çünkü o resim, onun alıştığı hiçbir fotoğraf çekimine, hiçbir kampanyaya benzemiyor. Önünde duran portrede o bir arzu nesnesi değil, mükemmel değil, genç değil. O anda, resmin içindeki ‘dürüst’ çıplaklık filmin tüm anlatısını geride bırakıyor. Sinema, modanın ve sansasyonun ötesinde, bir insanın kendine baktığı o anın tanığı oluyor.
Freud’un Moss’a ilham veren tarafı filmde “onun büyümesini sağlamak”, hedonizmin ve şöhretin sığlığından çıkmasına aracılık etmek gibi sunuluyor. Ancak gerçekte bu ilişki, çok daha katmanlı hatta ‘rahatsız edici’ bir derinliğe sahip: Freud’un fırçası, güzelliğin üzerindeki parlak cilayı kaldırıyor; geriye yalnızca ten, ışık ve varoluş kalıyor.
İKİ FİGÜRÜN ORTAK YALNIZLIĞI
Moss’u genç oyuncu Ellie Bamber, Freud’u ise usta Derek Jacobi canlandırıyor. Yönetmen koltuğunda Oscar ödüllü James Lucas var. Filmin aldığı eleştiriler biraz ‘ortaya karışık’ tadında. The Guardian, Freud’u “Fazla iyi huylu”, Moss’u ise “Fazla saf” bulurken, tabloyla yüzleşme sahnesini “filmin kalbi” olarak tanımlıyor. City A.M. ise, “Film, Moss’a duyulan hayranlıkla örülmüş ama bazen amacını yitiriyor” diyor.
‘Moss & Freud’, aslında bir aşk hikâyesi değil; bir karşılaşma, kendinle yüzleşme hikâyesi. Öyle ki Freud’un merakı olmasa Moss bir modelden öteye geçemeyecek, Moss’un cesareti olmasa o tablo hiç var olmayacak... Film, hem sanatın sömürdüğü bedenle hem de o bedenden güç alan endüstriyle sessiz bir hesaplaşma kuruyor.
Bu yönüyle ‘Moss & Freud’, müzayede salonlarında milyonlarca dolara satılan bir tablonun ardındaki insani hikâyeyi anlatıyor. Evet, film kusursuz değil; ama ressamın sertliğini, modelin kırılganlığını, iki figürün de ortak yalnızlığını taşıyor.