Kuzey Amerika’nın donmuş topraklarından Hollywood’daki fantezi dizilerine kadar ‘dire wolf’ ya da Türkçesiyle ulukurt, yıllar boyunca mitlerle, popüler kültürle ve bilimsel merakla iç içe anıldı. Yaklaşık 13 bin yıl önce soyunun tükendiği düşünülen bu büyük kurt türü, devasa çenesi ve kaslı yapısıyla bugünkü akrabası kurda (gray wolf) kıyasla daha iri ve vahşi görünümüyle tanınıyordu. Ancak, Teksas merkezli Colossal Biosciences adlı bir şirket, bir ulukurt benzerini geliştirdiğini duyurarak bilim dünyasında ve geniş kamuoyunda hararetli bir tartışmayı yeniden alevlendirdi.
Daha önce mamut ve dodoları diriltmek istediler
Colossal, daha önce yünlü mamut ve dodo gibi modern dünyayı görememiş efsanevi canlıları da yeniden hayata döndürme fikriyle haber olmuş, gen düzenleme alanında hatırı sayılır yatırımlar toplamış bir şirket. Şirketin, ulukurt konusundaki iddialarının odağı ise CRISPR adlı gen düzenleme teknolojisinin kullanımında yatıyor. Yaklaşık 2,5 ile 6 milyon yıl öncesinde evrimsel açıdan kurtla ayrışan ulukurt kalıntılarından küçük miktarlarda elde ettikleri DNA parçalarını, bugünkü kurdun genlerine eklediklerini belirtiyorlar.
Bunun sonucunda Romulus, Remus ve Khaleesi adını verdikleri üç buz beyazı yavru kurt ortaya çıkmış. Yapılan değişiklik ise yaklaşık 14 gende toplam 20 düzenlemeden ibaret. Fotoğrafları oldukça etkileyici; 2 bin dönümlük gizli bir arazide büyütülen bu kurtlar, beş aylık olduklarında yaklaşık 35 kilo ağırlığında ve yetişkin olduklarında yaklaşık 70 kilo ağırlıkta olacakları tahmin ediliyor. Kurtlar ise yetişkinken yaklaşık 35 kilo ağırlıkta oluyorlar. Şirketin kurucuları bu üçlünün ulukurt olduklarını iddia etseler de bilim dünyasından itirazlar yükselmeye başladı bile. Modifiye edilen kurtların kadim türün genetik ve davranışsal bir kopyası olduğunu, ancak bu hayvanların birer ulukurt olmadıkları konuşuluyor.
Genetik engeller
Tarihi kalıntılardan elde edilen DNA’lar, aradan geçen milyonlarca yıllık süreçte parçalı ve hasarlı olabiliyor. Modern genetikçiler, böylesi küçük DNA parçacıklarından yepyeni bir canlı tasarlamak için çoğu zaman ‘doğrudan kopyalama’ yerine ekleme ve düzenleme yöntemlerine başvuruyor. Bazı bilim insanları, bu tür girişimlerin dinozorları geri getirenlere benzer bir bilim kurgudan öteye gidip gerçek bir diriltmenin mümkün olabileceğini kabul ediyor, ancak 20 gen değişikliği ile tüm ulukurt özelliklerini kopyalamanın mümkün olmadığına inananların sayısı azımsanacak gibi değil.
Uzmanlara göre tür farklılıkları, yüzlerce, hatta binlerce küçük genetik değişikliğin toplamıyla ortaya çıkıyor. Ayrıca ulukurtun eski ekolojik rolü, yani büyük megafaunada avlanabilme gibi doğa açısısandan görevleri bugün ortadan kalkmış durumda. Dolayısıyla, bu yaratılan canlıların doğada aynı işlevi görmeleri, hatta aynı sosyallik ve avlanma pratiklerine sahip olmaları şimdilik muamma. Dahası, bu kurtların kürk renklerinin beyaz olması da şirketin “karlı bölgelerde yaşarlardı” şeklindeki tahminiyle açıklanıyor. Ancak geçmişte Los Angeles’taki La Brea çukurlarında bolca ulukurt kalıntısı bulunması ile bu canlıların sadece bembeyaz bir kış manzarasına değil daha ılıman, çorak alanlara da ayak bastığını biliyoruz.
Bir türün yeniden doğuşu
Aynı süreçte pembe güvercin ve benzeri tehlike altındaki türlere yönelik de benzer teknikler geliştirildiğini öğreniyoruz: Colossal, genetik darboğaza giren popülasyonlara daha fazla çeşitlilik katacak şekilde gen düzenlemesi yapmayı hedefliyor. Bu yaklaşım, özellikle tükenme tehlikesiyle burun buruna olan canlıların genetik havuzunu kısıtlı sayıda birey üzerinden sürdürmek yerine, laboratuvar ortamında çok daha zengin ve dirençli bir gen seti oluşturmayı içeriyor.
Ayrıca, klasik klonlamaya kıyasla daha az müdahaleci olan ve kan örneklerinden alınan Endotel Progenitör Hücrelerini (EPC) kullanma yöntemi sayesinde, doku hasarı veya karmaşık biyopsi gereksinimleri de büyük ölçüde bertaraf edilmiş oluyor. Colossal ekibi, eski fosillerden elde edilen minimal DNA dizilerini modern kurt, fil ya da güvercin genleriyle karşılaştırıp kritik bölgeleri seçerek canlıların orijinal özelliklerini taklit edecek eklemeleri yapabiliyor. Böylece, tarih öncesi bir tür ya da genetik olarak yoksullaşmış bir popülasyon, daha sağlıklı bir gelecek umudu buluyor.
Her isteyen istediği türü geri getirirse…
Yok oluşun eşiğinde gezinen veya çoktan nesli tükenmiş canlıları geri getirebilmek, başlı başına nefes kesici bir bilimsel ilerleme. Ancak bunun zorluğunu, ekolojik ve etik yükünü göz ardı etmemek şart. Colossal gibi şirketler, milyarlarca dolarlık değerlemelerle gündem olurken, sundukları her ‘başarı hikayesi’, beraberinde sert itirazları da getirecek. Bir yanda onları doğanın kurtarıcıları gibi alkışlayanlar, diğer yanda ise ‘uydurma canavarlar’ üretmekle suçlayanlar var.
Bilimsel bir rüya mı gerçekleşiyor, ticari bir fantezi mi? Bu tartışmada taraf seçmesi çok kolay olsa da, konunun daha çok tartışma götüreceği aşikar. Ama bu sorulara en iyi cevabı laboratuvarda boy gösteren kocaman çeneli, bembeyaz tüyleriyle ürpertici bakışlara sahip Romulus, Remus ve Khaleesi verecek.