Sanat hikâyenizin en başına dönmek istiyorum. Her şey nasıl başladı?
Her şey haritalara olan sevgim ve merakımla başladı. Haritaların, çizgilerinin içinde bütün dünyaları barındırması beni her zaman büyülemiştir. Çocukken saatlerce onları yeniden çizer, kıtaların şekillerini izler, okyanuslar boyunca hayali rotalar çizer ve hiç gitmediğim yerler arasındaki mesafeleri ölçerdim. Mekânı, mesafeyi ve bağlantıyı tek bir düzlemde görmek büyüleyiciydi. O zaman farkında değildim, ama coğrafya ve harekete olan bu hayranlık, görsel dilimin başlangıcıydı. Annem, çizime ne kadar zaman ayırdığımı fark etti ve beni yerel bir sanat kursuna yazdırdı. O basit adım hayatımın gidişatını değiştirdi.
Sanat size ne katıyor? Bu yolculuktaki en dönüştürücü an neydi?
Işıkla yolculuğum 2001’deki İzlanda gezimle başladı. ‘Kuzey Işıkları’nı görme şansım oldu ve büyülendim. Sürekli “Vay!” diyordum. Yanımda kameram vardı ama onu bırakıp ‘an’ı hissetmeyi seçtim. “Bunu başkalarıyla nasıl paylaşabilirim?” diye düşündüm. O andan itibaren ışıkla ilişkim başladı. Eserlerimde ışığın geçici ama büyüleyici doğasını yakalamak için malzemelerle denemeler yapmaya başladım.
İzlanda deneyimi bugün hâlâ pratiğinizin merkezinde mi?
Işık elle tutulmaz, ama derinden hissedilir bir şeydir. Bu gizem beni hâlâ büyülüyor. Her şey kavramsal bir eskizle başlar, ama gerçek çalışma sahada olur. Işık dizisini o mekânda bizzat bulunarak tamamlarım. Ortamı hissetmem, eserin nasıl ‘nefes aldığını’ ve mekânla, izleyiciyle nasıl bütünleştiğini görmem gerekir. Işıkların her saniyesini bir müzik partisyonu yazar gibi programlarım. Süreç tamamen sezgiseldir. Ritim, sessizlik, duraklama ve enerjiden ibarettir. Parçanın bir araya geldiği ve işin canlandığı andaki heyecanımı tarif etmek imkânsızdır. O noktada eskiz ya da fikir, insanlarla paylaşılmaya hazır bir deneyime dönüşür.
Sanatınızı “Bilinmezle süregelen bir aşk” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanım, ‘A Wave of Time’ enstalasyonunuzda nasıl vücut buluyor?
Ben sürekli bilinmezle bir aşk yaşıyorum. Ayrıca LPP’ye inanıyorum; bu, Love (Aşk), Passion (Tutku) ve Perseverance (Azim) anlamına geliyor. Bu üç şeyle her şey mümkündür.
Biraz da İstanbul’daki yaklaşan serginizden söz edelim. İzleyiciler nasıl eserlerle karşılaşacak?
Zaman ve su, işlerimi şekillendirmeye devam eden iki ana tema... İkisi de günlük hayatımızı etkiler. Tutulamazlar ama her şeye dokunurlar. ‘Passage’ ve ‘Maritime’ı yaratırken, zamanın ve suyun anlaşılmak için bir dile ihtiyaç duymadığını düşündüm; su günün zamanını temsil edebilir, zaman ise suları etkileyebilir. Eserler, izleyiciyi yavaşlamaya ve mekân içindeki hareketlerinin farkına varmaya davet eden manzaralara dönüşür.

Passage ile Maritime arasındaki fark nedir?
Passage ile bir geçiş duygusunu, olduğumuz yer ile gideceğimiz yer arasındaki anların ifadesini uyandırmak istedim. Maritime ise, suyun akışından, ritimlerinden ve enginliğinden ilham alıyor. Her iki unsur da zamanı ve suyu anlatan bir hikâye örüyor. Her iki eser de izleyici için yansıtıcı bir alan yaratmayı hedefliyor. İnsanların hem köklü hem de akışkan hissetmelerini istiyorum; tıpkı su gibi. Her sanat eseri kendi içinde farklıdır ama birbirleriyle iletişim kurarlar.
Bu sergi için, Boğaz mutlaka önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Doğru mu?
Evet, kesinlikle… Özellikle de sergi alanı eskiden bir vapur iskelesi olduğu için! Zamanın geçişi fikrinden ilham aldım. İnsanların bir sonraki vapurlarını beklemeleri, suları geçmeleri ve bir sonraki bölüme/varış noktasına gitmeleri.
Peki, teknolojiyi işlerinize destek veren anlatının neresine koyuyorsunuz? Sizce teknoloji ile sanat arasında nasıl bir denge olmalı?
Benim sanatım ile teknoloji iç içe geçmiştir; ayrı varlıklar değildir. Onu başka bir malzeme gibi kullanırım. Denge, sanatçıya bağlıdır; herkes farklı yaratır. Giderek daha fazla, teknoloji artık geleneksel olmayan bir biçim değil, bir yaşam biçimi olarak görülüyor; bu yüzden denge sizin onu nasıl kurduğunuza bağlıdır.
“Bir eser, ancak izleyici, mekân ve ışık heykeli bir araya geldiğinde tamamlanır” diyorsunuz. Sizce bu birliktelik İstanbul’da izleyicilerle nasıl karşılık bulacak?
Benim için önemli olan, işin izleyicide uyandırdığı histir. Işığın insanları mimariyle, çevreyle ve kendileriyle nasıl bağlayabileceğini düşünürüm. Işık geçicidir; en sevdiğim şey, sahip olunamaz ama bağlantı kurmanın bir yolu olarak kullanılabilir olmasıdır. Eserin ışık dizisi ve yapısı, izleyici, mekân ve iş arasındaki birliği desteklemek için yaratılır.
Herkesin bir fikri vardır; hayat deneyimleri onların esere kendi benzersiz yollarıyla bağlanmalarını sağlar. Onları durmaya, düşünmeye ve kendilerini bağlayan bir anlatı oluşturmaya yönlendirme hedefime ulaşacağım.
‘Art in Resonance’ programı kapsamında Contemporary Istanbul ile eş zamanlı olarak sergilenen, The Peninsula Istanbul otelinin tarihi dokusuna özel olarak tasarlanan ‘Passage’ ve ‘Maritime’ adlı eserler, 24 Eylül-31 Ekim arasında ziyaret edilebilir.