Oi Va Voi'nin müziği her zaman farklı dünyaların karşılaştığı, hüzünle neşenin iç içe geçtiği bir eşik gibi hissettirmiştir. Grup, 2 Mayıs’ta yayınlanacak yeni albümleri The Water’s Edge ile bu eşik metaforunu daha da derinleştiriyor. Hem kültürel hem duygusal sınır boylarında gezinen, Laughter Through Tears albümünü anımsatan tınıları, yeni seslerle buluşturan şarkılar sunuyor. Özellikle Türkiye ve Suriye depremlerinin ardından yazdıkları Sad Dance parçası, grubun bu coğrafyayla kurduğu derin bağın ve müziğin acıyı nasıl bir ifade aracına dönüştürebildiğinin dokunaklı bir kanıtı gibi… Oi Va Voi, albümüyle önümüzdeki hafta Türkiye'de olacak. 7 Mayıs'ta Ankara 6:45'te başlayacak turne, 8 Mayıs'ta Eskişehir F Stop Salon, 9 Mayıs'ta İstanbul Babylon ve 10 Mayıs'ta İzmir Soldout PSM duraklarıyla devam edecek. Grubun yaratıcı ekibiyle, stüdyodaki Oi Va Voi filtresinden geçen fikirleri, yeni albümün ardındaki hikayeleri ve Türk dinleyicisiyle yıllardır süregelen o özel ilişkiyi konuştuk.
The Water’s Edge, ismiyle bile sınıra, geçişe ve eşiklere işaret ediyor. Bu albümün tematik çıkış noktası neydi? Sizce Oi Va Voi bu ‘eşikte’ duygusal ya da politik olarak nerede duruyor?
Albümün ismi, bir olasılığı işaret ediyor; bir şeyin başka bir şeyle birleştiği kenar, buluşma noktası. Grubun sesi de melodide ve armonide kültürlerin bir araya gelişi. Biz grup olarak hem geçmişe bakıyor hem de geleceğe yöneliyoruz. Müziğimizde tarihe dair birçok referans var; bu da bizi duygusal olarak geçmişe güçlü bir şekilde bağlıyor. Ama bu geçmişi günümüzde de anlamlı olacak şekilde sunmayı seviyoruz.
Sad Dance parçası Türkiye ve Suriye’deki yıkıcı depremlerden esinlenerek yazılmış. Bu kadar trajik bir olayla sanatsal bağ kurmak sizin için nasıl bir deneyimdi?
Turnelerde birçok Türk ile tanıştık, Türkiye’de arkadaşlarımız var. Depremin ertesi günü stüdyodaydık ve hissettiğimiz duygularla bir bağ kurduk, müziğimizin o duyguları anlatmasına izin verdik. Daha önce böyle bir trajediye gerçek zamanlı olarak sanatsal bir yanıt verme deneyimimiz olmamıştı, ama bu çok doğal geldi. Yapmamız gerektiğini hissettik.
Albüm, grubun geçmişini yansıtan Laughter Through Tears dönemine de göz kırpıyor gibi. Yeni müzik üretirken geçmişe dönmek mi yoksa tamamen yeni alanlara açılmak mı daha heyecan verici geliyor?
Sesimizi evrimleştirmek heyecan verici. Hiçbir zaman bir albümü tekrar etmek istemiyoruz. Köklerimize, DNA’mıza sıkı sıkıya bağlıyız ama yeni sesler denemeye de açığız. Bu albümde daha çok piyano ve klavye sesleri kullandık, bu da deneyimleyebileceğimiz yeni bir doku sundu. Ama melodik yapı ve armonik ilerleyişimize sadık kaldık. Bu sesleri birbirine bağlayan birçok iplik var.
Yeni şarkılarda dans ritimleri, Orta Doğu ve Doğu Avrupa ezgileri çok katmanlı şekilde iç içe geçmiş. Bu kadar farklı kültürel sesleri bir araya getirirken sizi yönlendiren ilk içgüdü ne oluyor?
Bu içgüdüyü açıklamak zor aslında, sadece biliyoruz diyebiliriz. Fikirlerimiz konusunda oldukça acımasızız. Eğer bir fikrin derinliği yoksa kolayca vazgeçebiliyoruz. Genelde basit melodik fikirlerle başlıyoruz, sonra bu fikri nasıl çerçeveleyeceğimizi buluyoruz. Güçlü bir fikrimiz olduğunu düşündüğümüzde, o fikir adeta bir ‘Oi Va Voi filtresinden’ geçiyor. Zorlanıyor, çekiştiriliyor, geriliyor, üstüne atlanıyor. Hala ayakta kalabiliyorsa, bir Oi Va Voi şarkısı olmaya hak kazanıyor.
The Water’s Edge, pandeminin artçı sarsıntılarının sürdüğü ve büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir dönemde üretildi. Bu süreç müziği duygusal ya da işitsel olarak nasıl etkiledi?
Dünya o kadar hızlı değişiyor ki stüdyoya girip kendini dış dünyadan soyutlamak, müzik yapmak gerçekten büyük bir rahatlama. Bu imkana sahip olduğumuz için çok şanslıyız. Bu süreç hem rahatlatıcı hem de terapötik. Dışarıdaki çılgınlıktan uzaklaştığınızda odaklanma zamanı geldiğini biliyorsunuz ve o zamanı en verimli şekilde kullanıyorsunuz.
Uzun bir aradan sonra tekrar Türkiye’ye geliyorsunuz. Sizce Oi Va Voi ile Türk dinleyiciler arasındaki bu güçlü bağın kaynağı nedir?
Türk dinleyiciler dramı, tutkuyu, ritmi, klarneti ve kemanı seviyor. Bizim müziğimizde bunların hepsi var. Ayrıca doğu ile batının buluştuğu bir müziğimiz var ve bu da Türk dinleyicimizde büyük bir karşılık buluyor.
Son yıllarda müzik tüketme alışkanlıkları çok değişti. Sizce albüm formatı hala hikâye anlatmanın en güçlü biçimi mi?
Albümün gücüne hala inanıyoruz. Bir bütünlük sunan işler yaratmakla ilgileniyoruz. Bu beşinci albümümüz ve her albüm hayatımızdan bir dönemi temsil ediyor. Birlikte yaşadığımız bir zamanın kaydı gibi. Bir tekli yapmak bir anlık bir şey, ne olduğunu anlamadan çıkıyor, yayınlanıyor, bitiyor. Bizim aradığımız bu değil.
Peki, Türkiye’deki dinleyiciler sizi sahnede tekrar izlediklerinde neler bekleyebilirler?
Eğer daha önce İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir veya Bursa’daki konserlerimize geldiyseniz neler bekleyeceğinizi biliyorsunuzdur. Hiç gelmediyseniz de buyurun, neleri kaçırdığınızı görün! (Gülüyorlar)
Son olarak, The Water’s Edge’i bir şeyin zirvesi mi yoksa yeni bir başlangıç olarak mı görüyorsunuz?
Albümün yayınlanması bir kitabın sonu gibi. Konserlerse yeni bir kitabın başlangıcı…