Kariyerinin başında The Godfather’daki Kay olarak tanıdık onu. Sevgi, hayal kırıklığı ve teslimiyeti aynı anda taşıyan o son bakış, sinema tarihine kazındı. Ardından Woody Allen’la tanışması hem iki yıl süren bir aşkı hem de uzun bir yaratıcı dostluğu doğurdu. Kült bir yapım haline gelecek olan Annie Hall geldiğinde, aralarındaki bağ çoktan başka bir şeye dönüşmüştü. Keaton, sadece bir karakter değil, bir tavır yarattı. Seyirciye tanıdıklık hissi veren o doğal sadelik, sezgilerinin gücünü gösteriyordu. Kimi zaman bir bakışıyla bir filmin tonunu değiştiren o zarif enerji, onun sinemadaki yerini benzersiz kıldı. Allen, veda mektubunda dostunu anarken “dünyayı aydınlatan bir kahkaha” diye bahsetti; çünkü Keaton, gerçekten de o kahkahayla insanın içini ısıtmayı bilirdi.
Stilini konuşmadan Keaton’dan bahsetmek mümkün değil. Şapkalar, bol pantolonlar, papyonlar... Maskülen bir zarafetin içinde kendine özgü bir rahatlık... Hollywood’un kadınları kalıplara sıkıştırdığı dönemde, o kendi tarzını sıfırdan yarattı. Şıklığı, bir başkası gibi görünmemek için seçtiği bir özgürlüktü. Annie Hall’la başlayan o etki moda tarihine geçti ama Keaton için asıl mesele hep aynıydı: Kendin olmak.
Goldie Hawn, Bette Midler, Steve Martin, Martin Short, Reese Witherspoon, Al Pacino… Hepsi bu hafta aynı şeyi söyledi: “Onunla bir filmde oynamak değil, aynı dünyayı paylaşmak güzeldi.” The First Wives Club, o dostluk ruhunun en neşeli yansımasıydı; kadınlar arasındaki dayanışmanın zamansız bir simgesi olarak kaldı. Bu hafta cenaze töreninde Bette Midler’in Wing Beneath My Wings parçasını söylemesi benim gibi kadın dayanışması filmlerinin sıkı takipçilerinin uzaklardan bile gözlerini doldurmuş olmalı.
Kamera arkasında da üretkenliğini sürdürdü. Yönetmenlik, fotoğraf, mimari, yazı… Then Again ve Let’s Just Say It Wasn’t Pretty gibi kitaplarında, yaş almayı saklamayan, kusurlarıyla barışan bir tonu korudu. Hayatı boyunca evlenmedi ama iki çocuğuyla kurduğu sade dünyada huzuru buldu. Sessizliği, ışığı ve eski fotoğraflara duyduğu ilgisi, düşünür yanını gösteriyordu.
Diane Keaton’ın varlığı, Hollywood’un parıltısına meydan okuyan bir sadelikti. Bazen kaygılı, bazen taşkın bir kahkaha kadar coşkulu ama hep dürüst. Filmleri, tarzı, duruşu… Hepsi aynı şeyi söylüyordu: Zarif ol, kendin ol, gülmeyi unutma.