Elinize ilk kez kamera aldığınız anı hatırlıyor musunuz?
Hatırlamaz mıyım… Bir çocuğun ilk defa uzaya baktığında “Ben oraya gitmeliyim” demesi gibi bir şeydi. Babamın karanlık odasında, film rulolarının kimyasalla buluşup görüntüye dönüştüğü anı izlerken ilk kez kamerayı elime aldım. O an sadece bir an değil; bir karar anıydı. Ve ben o an fotoğrafçı oldum.
Üç kuşak fotoğrafçı bir aileden geliyorsunuz, farklı sanat dallarına ilginiz filizlendi mi hiç?
Kesinlikle. Sinema, müzik, edebiyat… Bunlar benim hem nefesim oldu hem ilham kaynağım. Hatta bir dönem kısa film çektim, albüm kapakları tasarladım, sahneye çıktım, kitaplar yazdım. Ama fark ettim ki ne yaparsam yapayım, merkez hep fotoğraf. Diğer dallarla flört ettim ama asla onlara âşık olmadım. Benim büyük aşkım hep fotoğraf oldu.
Sevdiği ve başarılı olduğu bir işi kopmadan devam ettirebilen nadir fotoğrafçılardansınız. Bunun sırrı nedir?
Sır yok aslında, sadece sadakat var. Ben fotoğrafa sadık kaldım. Popüler olana değil, kendi hikâyeme yatırım yaptım. Her karede kendimi aradım. Ve bu yolculukta samimiyetten şaşmadım. Başarı, dışarıdan gelen bir tanım. Ama benim için başarı; yıllar sonra dönüp baktığımda “İyi ki bu yoldan gitmişim” diyebilmek.

Kadrajınıza giren her şeyin bir hikayesi olmalı mı?
Olmasa bile ben yaratırım. Çünkü fotoğraf, gördüğünü değil, hissettirdiğini anlatır. Bazen sıradan bir duvar, ışıkla birleştiğinde bir ömrü anlatır. Kadraj sadece bir çerçeve değil, bir sahne. Ve her sahnenin anlatacak bir şeyleri olmalı.
Gelelim ‘Zirve’ adlı projenize… Sizi bu iş birliğine ikna eden ne oldu?
İkna olmam gerekmedi. Çünkü anlatmak istediğim bir hikâye vardı, onlar da bu hikâyeyi sahiplenmek istedi. Xiaomi 15 Ultra’yı ilk elime aldığımda bir cihaz değil, bir yol arkadaşı gibiydi. Leica ile kurduğu bağ, beni cezbetti. “Zirve”, sadece bir dağ yolculuğu değil, teknolojinin sanatla buluştuğu bir zirveydi aslında. Bu cihaz, mobil fotoğrafçılığın sınırlarını yeniden tanımlıyor ve görsel anlatıya bambaşka bir özgürlük getiriyor. Özellikle ışıkla ilişkisi ve renk derinliği, anlatmak istediğim hikâyeye neredeyse müdahale etmeden eşlik etti.

Proje kapsamında Nemrut Dağı’na tırmanıp etkileyici kareler çektiniz. Nemrut Dağı sizin için nasıl bir keşifti?
Nemrut bir dağ değil, bir zaman makinesi. Her taşında bir medeniyetin nefesi var. Oraya çıktığında sadece yükseğe değil, geçmişe de tırmanıyorsun. O tanrılarla göz göze geldiğinde, senin küçüklüğünü değil, insanlığın büyüklüğünü hissediyorsun. Ben orada sadece fotoğraf çekmedim; tarihle, evrenle, kendi içimle konuştum. Xiaomi 15 Ultra, bu konuşmanın sessiz ama en güçlü tanığıydı. Detayları yakalama gücü sayesinde o anların ruhunu olduğu gibi koruyabildim.
Zirvede sizi birçok his karşılamış olmalı. Öyle miydi?
Kesinlikle. Yalnızlık, hayranlık, korku, huzur… Hepsi bir arada. Rüzgârın sesi bile başka orada. Güneşin doğuşu bir film sahnesi gibi. Ama en çok şunu hissettim: Doğa affetmez ama eğer sen onunla uyum içindeysen, seni kucaklar. Ben orada affedildim sanki.

Şu sıralar üzerinde yoğunlaştığınız farklı projeleriniz var mı?
Her zaman var! Yeni bir kitap projesi üzerinde çalışıyorum. İçinde sadece fotoğraflar değil, hikâyeler de olacak. Ayrıca birkaç büyük uluslararası bir işbirliği gündemde. Ama beni en fazla heyecanlandıran şey, içimde hâlâ ‘ilk kare’ heyecanını taşıyor olmam. Çünkü fotoğraf hâlâ beni şaşırtıyor, dönüştürüyor.
