‘New York State of Mind’, ‘Piano Man’, ‘Uptown Girl’, ‘The Stranger’… Şarkıcı Billy Joel’ın 50 yıllık kariyerini merceğe alan, HBO’nun iki bölümlük belgeseli ‘Billy Joel: And So It Goes’, müziğiyle milyonları etkileyen ama iç dünyasındaki dalgalanmalar yaşayan, arayışta olan bir adamın hikâyesini anlatıyor. Belgesel, şöhretin parıltısının ardında duran kırılganlıkları, pişmanlıkları ve geç gelen yüzleşmeleri gözler önüne seriyor. Yapımcı koltuğunda Tom Hanks’in oturduğu bu yapım, sadece bir sanatçının değil, bir insanın portresi.
Long Island’ın kenar mahallelerinden çıkan bir çocuğun, piyano başında kendi evrenini kurmasıyla başlıyor her şey. Joel’in annesi ve babası da müzisyendi, ama mutlu bir evin teminatı olamamışlardı. Yedi yaşındayken babası evi terk ettiğinde, Billy’nin içindeki boşluk sadece müzikle dolacaktı. O boşluk, onu herkesi memnun etmeye çalışan bir sahne figürüne dönüştürdü.
Gençlik yıllarında Attila adında heavy rock yapan bir grupla sahneye adım attı. Ancak esas çıkışını 1971’deki solo kariyeriyle yaptı. Ardından gelen 12 stüdyo albümü, onu Amerikan müzik tarihine geçirdi. ‘New York State of Mind’, ‘Piano Man’, ‘Uptown Girl’, ‘The Stranger’ gibi şarkılar sadece hit olmadı; dönemin ruhunu ve Joel’in iç dünyasını temsil etti. Bir şehir, bir aşk, bir kaçış hissi bu parçalarla zihinlere kazındı.

KARIŞIK AŞK HAYATININ YANSIMALARI
Belgesel, ilk eşi Elizabeth Weber’le olan karmaşık ilişkisinden de bahsediyor. Joel’in sadece Attila’daki grup arkadaşı değil, aynı zamanda can dostunun eşi olan Weber, zamanla ilk önce onun sevgilisi, daha sonra da menajeri oldu. Birlikte Kaliforniya macerasına atıldılar, yaptığı kötü bir menajerlik anlaşması yüzünden sadece şarkıları değil, isim hakkı bile elinden alınan Joel, ailesini geçindirmek için barlarda sahte isimle piyanistlik yaptı. ‘Piano Man’ bu dönemin eseri… Ancak bir sorun vardı: Kaliforniya’nın rahat ve güneşli iklimi, bu karanlık ruhla bağdaşamıyordu. Bu yüzden Joel ve Weber, yeniden New York’un yolunu tuttu. New York State of Mind dönüş yolunda yazıldı. Bu ikili için yeni bir dönemdi. Zira çift, menajerlik koltuğunda Elizabeth Weber’in oturması konusunda anlaştı. Böylece Joel için başarılı bir dönemin kapıları aralandı. Ardı ardına hit iki albüm yaptı. Ancak iş ve aşk kesişimi çiftin ilişkisini yordu. Aralarındaki kişisel ve profesyonel sınırların silikliği, hem duygusal hem finansal açıdan Joel’i sarstı. İkili boşandı. Joel yeni bir menajerle anlaştı. Yıllar sonra bu dönemi anlatırken yüzünde hâlâ bir pişmanlık göze çarpıyor.
YILDIZLIK DÖNEMİ VE ‘UPTOWN GIRL’
Christie Brinkley ile yaşadığı ilişki ise onu dünya müziğinin yanı sıra paparazzilerin favorisi haline getirdi. Göz önünde olmak, Joel’in içedönüklüğüyle çatıştı. Medyanın özel hayatına müdahalesi, yaratıcı gücünü sekteye uğrattı. Bu süreçte yaşadığı alkol bağımlılığı ve yalnızlıkla mücadelesi, belgeselin en çarpıcı anlarından.
Joel’in hayatındaki en derin izlerden biri, babasının yokluğuydu. Belgeselde bu yara açıkça dillendiriliyor: “Beni bırakıp gitti ve hiçbir zaman geri dönmek için uğraşmadı.” Bu reddedilme, Joel’in hayatı boyunca alkışa ve takdire duyduğu açlığı besledi. Her konser, her ödül, biraz da o yedi yaşındaki çocuğun sesini duyurma çabasıydı.
“And So It Goes”, sadece başarıları değil, boşlukları da anlatıyor. Bruce Springsteen, Paul McCartney, John Mellencamp, Nas ve Pink gibi isimlerin Joel hakkındaki sözleri, onun müzik dünyasındaki yerini daha da anlamlı kılıyor. Bugüne kadar 150 milyondan fazla albüm sattı, 5 Grammy kazandı, Songwriters Hall of Fame’e alındı ve Madison Square Garden’daki efsanevi konser serileriyle tarihe geçti.
Ama bu belgesel, tüm bu başarıları bir fon olarak kullanıyor. Asıl mesele, babasız büyüyen bir çocuğun bütün bir hayat boyunca o boşluğu nasıl seslere dönüştürdüğü. HBO’nun bu güçlü anlatısı, Joel’in iç sesiyle birleşince ortaya sadece bir müzik belgeseli değil, dokunaklı bir yaşam öyküsü çıkıyor.
