Bu yıl sinema dünyası ardı ardına büyük kayıplarla sarsıldı. Ama Robert Redford’un gidişi bambaşka bir yere oturuyor. Çünkü sinema dünyası yalnızca kült filmlerde rol alan yetenekli aktörünü değil Oscar ödüllü bir yönetmenini, kurduğu Sundance Enstitüsü ve film festivali ile bağımsız film yapımcılığını dönüştüren bir isme de veda ediyor.
Yakışıklılığı, doğallığı ve karizmasıyla kısa sürede bir yıldız haline gelen Redford’un sinema kariyeri, 1962 yapımı ‘War Hunt’ filmiyle başladı. 1967’de Jane Fonda ile rol aldığı ‘Barefoot in the Park’ ise ona çıkış yaptıran yapım oldu. Fakat Paul Newman ile başrolü paylaştığı ‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’, onu, Hollywood’un en popüler yıldızlarından biri haline getirdi. Redford, filmin Sundance Kid’i, Paul Newman ise Butch Cassidy’yi. İki ikonun bir araya gelişi sinema tarihine damga vurdu; film dört Oscar kazandı ve western türünün unutulmazları arasına girdi. 1973’te Redford ve Newman ikilisi, The Sting’de yeniden buluştu. Yedi Oscar’lı bu klasik, Redford’a kariyerinin tek oyunculuk Oscar adaylığını getirdi.
Her rolünde zarif ve inandırıcı…
Redford’un kariyerinde romantik dramaların özel bir yeri vardı. The Way We Were’de Barbra Streisand ile kurduğu kırılgan aşk, ideolojik ve politik farklılıkların gölgesinde kalıyordu. Streisand’a Oscar adaylığı getiren bu film, Redford’un beyazperdede kurduğu en unutulmaz aşklardan birini resmetti. Birkaç yıl sonra ise Out of Africa’da Meryl Streep ile birlikte, sinemanın en görkemli aşk hikayelerinden birine hayat verdi. Yedi Oscar’la taçlanan bu film, Redford’un en çok hatırlanan performanslarından biri oldu.
The Candidate’de, kazanma şansı olmayan ama idealizmiyle öne çıkan bir senato adayını canlandırdı; seçim yarışının yozlaştırıcı gücüyle karşılaştıkça rolü, Amerikan siyasetinin aynasına dönüştü. All the President’s Men’de ise Dustin Hoffman ile birlikte Watergate skandalını ortaya çıkaran gazetecilerden Bob Woodward’ı canlandırdı. Dört Oscar kazanan film, sadece bir dönemin ruhunu yakalamakla kalmadı, Redford’un toplumsal hikayelere ilgisini de pekiştirdi.
Özetle; görkemli aşk hikayelerinde de toplumsal yaralara parmak basan filmlerde de gördük Rodford’u… Perdede kimi zaman hınzır bir dolandırıcı, kimi zaman idealist bir gazeteci, kimi zaman kırılgan bir aşık ya da Amerikan siyasetine ayna tutan bir senatör olarak karşımıza çıktı. Ortak noktaları ise her rolünde taşıdığı zarafet ve inandırıcılıktı.

Kamera arkasında Oscar’ı kucakladı
2013 yılında NPR’ye verdiği demeçte, "Yaptığım tüm filmler yaşadığım ve büyüdüğüm ülkeyle ilgili. Ben, karmaşıklığın yattığı gri kısımla ilgileniyordum" diyen Robert Redford, kamera arkasında da oldukça başarılıydı.
Ordinary People ile En İyi Yönetmen Oscar’ını kazanarak farklı bir zirveye ulaştı. The Natural’da Amerikan kültüründe ikonik bir hikayeye hayat verdi; Quiz Show yönetmenlik kariyerinde ona yeni Oscar adaylıkları getirdi. All Is Lost’ta dalgalarla tek başına boğuşurken hala sınırlarını zorlayan bir aktör olduğunu gösterdi.
Barbra Streisand, onun en unutulmaz rol arkadaşlarından biri olarak Redford’u şöyle tanımlamıştı: “Redford karizmatik, zeki, çok yönlü; hem çok özel bir insan, hem de sinemanın en büyük aktörlerinden biri. Amerikan siyasetinin gölgelerini, kusursuz görünen bir ailenin gizli duygusal dünyasını ya da bir ulusun hayal kırıklıklarını anlatsa da, her zaman dikkatle dinleyen bir sanatçı.”
Yol gösteren bir vizyoner
Gerçekten de Redford’un sinemaya kattıkları oyunculukla sınırlı değildi. 1980’lerin başında kurduğu Sundance Enstitüsü ve sonrasında büyüttüğü festival, bağımsız sinemanın tüm dünyada görünür olmasını sağladı. Bugün Paul Thomas Anderson’dan Quentin Tarantino’ya, Ryan Coogler’dan Lulu Wang’e kadar birçok yönetmenin yolunun açılmasında onun vizyonunun payı var.
Sundance yalnızca filmler için bir platform değil, aynı zamanda yeni seslerin keşfedildiği, farklı hikayelerin hayat bulduğu bir alan oldu. Yıllar içinde Whiplash ve CODA gibi Oscar’a uzanan filmleri dünyaya tanıtarak Robert Redford’un vizyonunun ne kadar kalıcı olduğunu gösterdi.
Redford bunu her zaman kişisel bir görev gibi görüyordu: “Benim için en önemli şey, kişisel işlerim kadar bu endüstriye geri verebilmekti. Sundance bunun en güzel yansıması oldu; yeni seslere alan açmak, çeşitliliği yaşatmak… Çünkü sanatın gücü, sadece değişime dayanmak değil, ona öncülük edebilmektir.”
Bu sözler, onun kariyerine bakışını özetliyor. Kendi yıldızlığının ötesinde, sinemayı bir bütün olarak zenginleştirmeyi seçmişti. O nedenle Redford’u hatırlarken yalnızca filmlerini değil, yarattığı ekosistemi de düşünmek gerekiyor. Yönetmen, oyuncu ve bağımsız sinemanın hamisi olarak ardında bıraktığı miras, kuşaklar boyunca varlığını sürdürecek. Doğaya ve gezegene duyduğu sevgi ise sinemanın ötesinde de iz bırakmasını sağladı.
Robert Redford, sinemanın hem kalbinde hem de vicdanında eşsiz bir yere sahipti. Ardından yazılanlar da bunu net bir şekilde hissettiriyor. Şimdi onu kaybetmenin hüznüyle, geride bıraktıklarına bakınca tek bir şey söylemek mümkün: Böyle bir hayatı sinemaya armağan ettiği için minnettarız.

“Lütfen bana Bob de”
“Her zaman çevresine karşı çok mütevazi ve çok da nazikti…” ABD Sağlık ve Sosyal Hizmetler Bakanı Robert Francis Kennedy Jr’un başdanışmanlarından Özlem Diraz böyle tanımlıyor Redford’u. O’na dair güzel anılarını da paylaşıyor bizlerle…
ÖZLEM DİRAZ
Sene 2005’te Utah, Salt Lake City eyaleti Belediye Başkanı Rocky Andersan ile çalışmaya başlamıştım. O dönem küresel ısınma ve iklim değişikliği konuları bir hayli gündemdeydi. Ben de ICLEI (Sürdürülebilirlik için Yerel Yönetimler) grubunun Amerika yönetim kurulu üyesi olarak görev almıştım. Robert Redford ile tanışmam da bu dönemde oldu.
Rocky Anderson, Redford’a yazdığı mektupta benden bahsetmiş, Redford da benimle tanışmak için Sundance’de görüşmeyi rica etmişti. Buluştuğumuzda, “Lütfen bana Bob diye hitap et” demiş ve bir saat için organize edilen görüşmemize öğle yemeğini de dahil edip, biraz siyaset, biraz tarih, bolca da Türkiye’den söz etmiştik. Türkiye’yi hiç görmediğini ancak yakın arkadaşı olan Amerika’nın ilk kadın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’tan methini çok duyduğunu eklemişti.
Bu ilk tanışmanın ardından Robert Redford ile ortak fikirlerimizi harmanlayıp, Sundance’de tüm belediye başkanları ve senatörlerin beraber katıldığı 4 günlük bir toplantı düzenledik. Tabii ki teması Redford’un çok duyarlı olduğu çevre sorunları ve küresel ısınmaydı.
Toplumsal sorunlara hiçbir zaman arkasını dönmeyen Redford’un sürekli olarak desteklediği Kızılderililer’in kültürel şarkılarla toplantıyı açmasına da şaşırmamıştık doğrusu… Aslında Robert Redford, bir taşla iki kuş vurarak, belediye başkanları ve senatörlere kıtanın gerçek sahiplerinin kim olduğunu hatırlattı.
Redford ile Türk film endüstrisinin durumu ve olanaklarından söz ettiğimiz sohbetlerden birinde ise “Ben elimden gelen tüm desteği Türkiye film yapımcılarına göstermeye hazırım” demişti. Güzel bir tesadüfle sonrasında Türkiye’den Sundance Film Festivali’ne katılma başvurusu yapan Raşit Çelikezer’in yönettiği ‘Can’ filmi ödül almıştı.
Türkiye onu film yıldızı olarak tanıdı. Ne mutlu ki ben Redford’un nezaketine, duyarlılığına ve ayrıca Türkiye’ye ilgisine, desteğine yakından şahit oldum.