MMA, yani karma dövüş sanatları, hiç bana göre değil, gözlerimi kaparım. Ama bazıları için bambaşka bir anlamı var. Sevenleri bu sporu yalnızca kan, ter ve yumrukları savurma olarak değil, insanın kendi korkularıyla yüzleştiği bir alan olarak görüyor. Her karşılaşmada cesaret, disiplin ve sınırlarını zorlama var. Belki de bu yüzden dışarıdan ‘şiddet’ gibi görünen şey, onlara göre aslında irade ve kontrolün en saf hali. Mark Kerr ise bu dünyanın öncü isimlerinden biri. Hakkında çekilmiş bir belgesel de var ama Safdie ile Johnson’un buluştuğu bu yeni anlatı, Kerr’in ringde geçen hayatını ve içsel çöküşünü yeniden kurguluyor.
Başrolden bahsedersek: Dwayne Johnson, kariyerine ringde ‘The Rock’ olarak başladı; enerjisi, mizahı ve disipliniyle sporun dışına çıktı. Güreşten sinemaya geçerken yalnızca bir rol değil, yeni bir kimlik de yarattı. The Scorpion King ve The Mummy Returns gibi yapımlar onu klasik aksiyon kahramanlarının çizgisine taşıdı, ama asıl gücünü farklı türlere kolayca geçebilmesinde buldu. Jumanji’de mizah duygusuyla, Moana’da sesiyle, Fast & Furious serisinde ise karizmasıyla milyonlara ulaştı. Yıllar içinde aksiyonun ötesine geçip, kendine has bir rahatlıkla farklı hikayelerde yer aldı. Smashing Machine ise Dwayne Johnson’ın gücün ardındaki sessiz tarafı da gösterdiği film.
Konusuyla devam edelim: Film 1990’ların sonunda karma dövüş sanatlarının kuralsız, sert döneminde başlıyor. Kerr, ringin mutlak hakimi, namağlup, adını ‘The Smashing Machine’ olarak duyurmuş. Önce onun gücü, disiplini ve hırsıyla tanışıyoruz. Kazandıkça özgüveni artıyor elbette ama maçların fiziksel yükünü dindirmek için ağrı kesicilere sığınıyor. O sığınak kısa sürede bağımlılığa, ardından da bir düşüş hikayesine dönüşüyor.
Johnson’ın canlandırdığı Kerr, kaslarının ağırlığını taşıyamayan bir adam gibi. Kerr için kazanmak, hayatta kalmanın tek yolu. Yenilgiyle tanıştığı anda sistemi çöküyor çünkü kim olduğunu hep başarılarıyla tanımlamış. Film bu çöküşü sessizlikle anlatıyor; duygular kelimelere değil, bakışlara gizleniyor. İlk sahnelerde gördüğümüz korkusuz adamın o güçlü bedenin içinde büyüyen boşluğu fark etmeye başlıyoruz. Oyuncu fiziksel olarak “başka kimse oynayamazdı” denecek kadar uygun görünebilir ama bu rol için ciddi bir dönüşüm geçirmiş. Katıldığı Jimmy Fallon’ın programında, yaklaşık 22 farklı protez kullandığını ve bunun yalnızca fiziksel değil, duygusal bir dönüşüm anlamına geldiğini anlattı: “Mark Kerr’in vücudu inanılmazdı; hızlıydı, kaslıydı, onun gibi hareket edebilmem için sadece iri görünmek yetmiyordu. Hatta Benny bir gün bana, ‘D.J., bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama… Daha da büyümen gerekecek’ dedi. Tam 14 kilo kas eklemem gerekti.”
Emily Blunt’ın canlandırdığı Dawn az konuşuyor ama varlığı her sahnede hissediliyor. Kerr’le ilişkisi sevgiyle başlıyor, zamanla onun kontrol takıntısı ve bağımlılığı altında çatırdıyor. Aralarındaki bağ bir an sıcak, bir an kopuk. Blunt hikayeye denge katıyor.
Safdie, uzak planlar ve yavaş geçişlerle dövüşü bir gösteriden çok bir iç yüzleşmeye dönüştürüyor. Işığın ve terin karıştığı atmosfer seyirciyi hem ringe hem Kerr’in zihnine çekiyor. Bas Rutten ve Ryan Bader gibi MMA dünyasından isimlerin kısa görünümleri bu dünyanın inandırıcılığını artırıyor. Finalde gerçek Mark Kerr görüntüleriyle anlatı belgesel tona dönüyor.
Venedik’teki prömiyerinde uzun süre ayakta alkışlanan film, Benny Safdie’ye En İyi Yönetmen ödülünü getirdi. Bu, kardeşi Josh’tan bağımsız yönettiği ilk uzun metrajlı çalışmasıydı.
The Smashing Machine, spor filmlerinin alışıldık temposundan uzak duruyor; şiddeti değil, ardındaki sessizliği anlatıyor. Gücün kırılganlığını ve erkeklik mitinin altında ezilen bir adamı gösteriyor. Dwayne Johnson için bu rol, yıllardır taşıdığı imajdan uzaklaşma fırsatı; Safdie içinse kendi sinema dilinde sade ama net bir adım.