“Maç henüz başlamamışken, top oyuna bile girmemişken, zihnim fısıldıyor:
‘Rakip senden daha iyi.’
Tuhaf olan şu ki, karşımdaki oyuncuyu tanımıyorum. Ne daha önce karşılaştım ne de oyununu izledim. Belki benden zayıf, belki de denk seviyede. Ama zihnim onu çoktan şampiyon ilan ediyor.
Bu düşünce öylesine ikna edici ki… Zihnim sessizce yenilgiyi kabul ediyor. En küçük hatada kendimi yargılıyor, kolaylıkla kazanabileceğim maçlara bu düşünceler yüzünden 1-0 yenik başlıyorum.”
Bu sözler, performansını geliştirmek isteyen profesyonel bir tenisçiye ait. Zihinsel bariyerleriyle yüzleşmek isteyen bir sporcunun, bana danışırken kurduğu samimi cümleler… Ona verdiğim ilk yanıt şu oldu:
“Hayattaki en büyük başarılar, kendimizi akışa bırakabildiğimizde gelir.”
Aslında bu yalnızca bir tenis oyuncusunun sorunu değil. Bu, hepimizin hikâyesi. Kendimizi akışa bırakmakta zorlanıyoruz, zihnimizin yaşamda kalmak uğruna ürettiği korkulara, kıyaslamalara yenik düşüyoruz.
Kalabalık bir salonda sunum yaparken dinleyicilerin bizden daha bilgili olduğunu düşünmek… Yeni bir ortama girdiğimizde çevremizdeki herkesin bizden daha akıllı, daha yetkin olduğunu varsaymak…
İş görüşmelerinde, toplantılarda, hatta günlük sohbetlerde bile bu sessiz sabotaj çalışır zihnimizin içinde. Çünkü zihin, başarısızlık ihtimaline karşı kendince önlem alır. “Zaten karşımdaki daha iyiydi” demek, olası bir başarısızlığı makul gösteren bir bahanedir. Kendimizi korumak için bulduğumuz en zarif kılıftır bu.
Ancak bu kılıf zamanla bir zırha dönüşür. Ağırlaşır, bizi yavaşlatır. Özgüvenimizi örseler, potansiyelimizi gölgede bırakır.
Bu zihinsel oyunu en iyi anlatan ve çözüm üreten eserlerden biri Timothy Gallwey’in “Tenisin İçsel Oyunları” kitabıdır. Gallwey’e göre hepimizin içinde iki oyuncu vardır:
Oyuncu 1: Yargılayan, kıyaslayan, korkulara teslim olan benlik.
Oyuncu 2: Tutkuyla oynayan, anda kalan, potansiyelini bilen ve kendine güvenen benlik.
Asıl mücadele kortta değil, bu iki oyuncu arasında yaşanır. Dışarıdaki rakip ne kadar güçlü olursa olsun, oyunu kazandıran, zihindeki ikinci oyuncuya kulak verebilmektir.
İş hayatında da böyledir. Etkileyici sunumlar yapanlar zihnini de yönetebilenlerdir. Başkalarının ne düşündüğünü kontrol etmeye çalışmazlar. Aksine, kendilerini akışa bırakabilirler.
Gallwey’in bu içsel dönüşüm için önerdiği adımlar şöyledir:
İlk adım, o tanıdık iç sesi fark etmektir. “Bunu berbat ettin… Yetersizsin… Hep aynı yanlışı yapıyorsun.” Bu cümleler zihinde belirdiğinde insan şunu hatırlatmalıdır kendine:
“Bu konuşan, yargılayan, kıyaslayan ‘Oyuncu 1’dir. Ben bu maçı “Oyuncu 2”yi devreye sokarak oynamak istiyorum.” Bu farkındalık, kendini eleştirme alışkanlığının etkisini azaltır ve gerçek potansiyelin önünü açar.
İkinci adım, dikkati duyulara yönlendirmektir. Topun rakete çarpma sesi, ayağının korta bastığı an, nefesinin ritmi veya sunum sırasında bir dinleyicinin yüz ifadesi… Bu gibi detaylar ana odaklanmayı sağlar ve zihinsel gürültüyü azaltır.
Üçüncü adım, yargılamaktan vazgeçip gözlem yapmaktır. “Kötü bir vuruş”, “Yanlış bir cümle kurdum” demek yerine; “top çizginin dışına çıktı”, “Herkes dinlemeye devam ediyor” diyebilmek gerekir. Bu küçük değişim, yargılayan sesi susturur.
Son olarak, aşırı çaba göstermeye, mükemmel olmaya, kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçmek gerekir. Bu davranışlar akıştan koparır.
Tarihin en büyük boksörlerinden Muhammed Ali’nin o meşhur sözü tam da bunu anlatır:
“Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım.”
Zihinsel yüklerden, korkulardan, yargılardan özgürleşmeden, o usta vuruşu yapamazsınız. Çünkü arı gibi sokabilmek için önce kelebek gibi süzülmeyi bilmek gerekir.