Kitap nasıl bir çağrıdan doğdu? İlk kıvılcım neydi?
Henüz bir önceki kitabımı tamamlamamıştım; Mevlânâ’nın büyülü, dönüştürücü enerjisi hâlâ içimde yankılanıyordu. Tam o sırada, kalbimin derinlerinden Yunus dile geldi. Yunus Emre’nin “7 Kapı” metaforu, önce bir iç imgeye, sonra da bir çağrıya dönüştü. O an bunun bir romana evrileceğini bilmiyordum, sadece bir içsel kapının aralandığını hissediyordum.
Yedi kapı metaforu çok katmanlıdır; insan bilincinin katmanları arasındaki inişli çıkışlı yolculuğu, tuzaklarla dolu derin bir iç seyahati anlatır. Bazen, devasa bir gökdelenin sahibiyizdir ama farkında olmadan onun en karanlık bodrum katında yaşarız. Bu kitap, o karanlıktan 7. kata, yani kalbin ışığına doğru yapılan bir yükselişin hikâyesidir.
Yazarlık yolculuğu her kitapla sizi nasıl dönüştürdü? Bu roman, bu sürecin hangi eşiğini temsil ediyor?
Her kitap, içimdeki bir kabuğu daha soyar. Öz’üme ait olmayan ama zamanla derime yapışmış kabuklar bunlar. Her yazma süreci, bir tür arınma… Zorlayıcı ama sonunda ferahlatıcı. Her bitiş, içime yeni bir nefes, yaşamı daha derinden hissedebilme gücü getiriyor.
Bu roman ise kalbimde bambaşka bir kapı açtı. Duygularımı olduğu gibi değil, olgunlaştırarak ifade etmenin gücünü gösterdi bana. Modern bir romanın içinde hem psikolojik sorgulamaları hem de mistik ögeleri bir arada yoğurmanın güzelliğini yaşadım. Belki de ilk kez, yazarken hem gözyaşı hem de gülümseme bir arada aktı kalemimden.
Gizem karakteri size ne kadar yakın? Onu yaratırken kendi yaşamınızdan, danışanlarınızdan ya da gözlemlerinizden ne kadar beslendiniz?
Gizem elbette bir kurgu karakter ama her yazar kahramanına kendi ruhundan bir parça bırakır. Benim yıllara yayılan kurumsal hayat deneyimim, başarıya duyduğum keskin arzunun gölgeleri, Gizem’in iç dünyasında yankı buldu. Danışanlarımla yaptığım her çalışma bana yeni bir yaşam hikâyesi armağan eder. O hikâyeler birikir, katman katman renklenir ve sonunda bir roman karakterine dönüşür. Bu yüzden Gizem sadece benim değil, birlikte dönüştüğüm insanların da bir yansımasıdır. İçimdeki gökkuşağının renklerini taşır o.
Roman modern hayatın görünmeyen yüklerini cesurca ele alıyor. Sizce bu yükler özellikle kadınlar için neden bu kadar görünmez halde?
Modern yaşamın “meli” ve “malı”larla örülü dili, bizi sürekli bir yeterli olma çabasına sürüklüyor. Bu çaba, özellikle kadınların omzuna görünmez yükler bindiriyor. Kendini bilmek, o yükleri fark etmek cesaret ister. Çünkü bilinmeyene adım atmak, kalabalığın onaylamadığı bir yolda yürümek, çoğu zaman yalnız kalmayı göze almaktır. Romanım o yalnızlığın içindeki gücü hatırlatmak istiyor: Fazlalıklardan sıyrılıp kendi öz ışığını görebilme cesaretini.
Yunus Emre’nin 7 Kapı metaforunu romana nasıl entegre ettiniz? Bu tasavvufi katmanı modern bir roman yapısına dönüştürmek sizi nasıl etkiledi?
Yirmi iki yıldır Sufi yolda yürüyen bir yolcuyum. Öğretmenlerim hep şunu söylerdi: “Maneviyat, hayatın tam ortasında yaşanır.” Bu yüzden benim için o kapıları romana taşımak zor değildi. Çünkü ben de o kapılardan başarıyla geçmeye çalışıyorum — kimi zaman hırsla, kimi zaman acıyla, kimi zaman teslimiyetle. Yunus Emre’nin 7 Kapı metaforu sadece bir sembol değil, bir yaşam pratiği aslında. Modern hayatın karmaşasında içe doğru yürümek kolay değildir, ama gerçek özgürlük de oradadır. Romanımda bu iki dünyayı — modern yaşamın telaşını ve içsel sessizliği — birbirine dokundurmaya çalıştım.
Psikosentez eğitimleriniz ve kişisel gelişim alanındaki deneyiminiz yazarlığınızı nasıl besliyor? Yazmak sizin için bir terapi süreci mi?
Psikosentez bana şunu öğretti: Her insan kendi hikâyesinin yazarıdır. Danışanlarımla çalışırken onların fark edişlerine tanıklık ederim. Acının, korkunun ya da yetersizlik duygusunun arkasında yatan özü bulduklarında, hikâyeleri değişir. Bu süreç beni de dönüştürür, çünkü her danışan aslında bana da ayna tutar. Yazmak, benim için o aynaya daha uzun bakabilmenin bir yolu. Her kitap, içimde iyileşmemiş bir katmanı daha şefkatle sarmalar. O yüzden evet, yazmak hem ruhsal bir yolculuk hem de terapötik bir eylemdir benim için.
Kitap yalın ama güçlü bir dille yazılmış. Bu üslubu özellikle mi tercih ettiniz? Yazarken sadeleşmek sizin için bir içsel dönüşümle paralel mi ilerliyor?
Sadeleşmek benim içsel yolculuğumun bir sonucu. Zamanla fark ettim ki, maneviyat aslında azalarak çoğalmaktır. Fazlalıklardan, maskelerden, kalıplardan soyundukça insan özüyle karşılaşır. Benim dilim de bu soyunmanın yansıması. Dışta azaldıkça içte derinleşen bir ifade biçimi. Yazarken süsü değil özü, gösterişi değil gerçeği arıyorum. Bu da kelimelerimi kendiliğinden sadeleştiriyor.
Bu romanı bitiren bir okurda nasıl bir içsel değişim ya da farkındalık bekliyorsunuz?
Ben bir beklenti değil, bir niyet taşıyorum. Yazdığım her kitap, okurla aramda bir ayna kurma çabasıdır. “Bak, sen de buradasın,” demek isterim. Okurun kendi yolculuğuna bakabilmesi, kendi iç sesini duyabilmesi benim için en büyük armağan olur. Buyruklar, öğütler ya da kalıplar değil; hissettiren, düşündüren, fark ettiren bir yolculuk... Romanın amacı da tam olarak bu: okuyanın kalbinde bir yankı, bir ışık uyandırmak.
Son çalışmanız sonrası sizi yazı anlamında neler bekliyor?
Yeni romanım çoktan doğum sürecinde. Şu anda kelimeler elimde değil, ben onların peşindeyim. Aynı zamanda “Yazının İyileştirici Gücü”nü kendi psikosentez metodumla birleştirdiğim yeni bir atölye hazırladım. Bu kez hedefim sadece kitap yazmak değil, başkalarının da kendi iç seslerini yazıya dönüştürmelerine alan açmak. Çünkü bazen bir cümle, bir hayatı dönüştürür.
