Dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinden birinin üst düzey yöneticisiyle bir araya gelince sohbet içeriğinin dijital dönüşüm, yapay zeka gibi konuların dışında olması beklenemez tabii. Microsoft Türkiye Genel Müdürü Levent Özbilgin ile aslın da biz de tam olarak bunları konuştuk. Fakat hayatı da işin içine katarak, kişiselleştirerek ve özelleştirerek... Yaşamın sunduğu fırsatları, ‘keşke’leri, başarıyı ve kaçış noktalarını… Anlayacağınız biraz iş biraz hayata dokunduk…
Bir teknolojist gözüyle yapay zekanın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yapay zeka, ucu bucağı olmayan bir teknoloji. Sadece tek bir sorunu çözmekle kalmıyor, bir platform olarak her sektöre, her kişiye ve her kuruma katkı sağlama potansiyeli taşıyor. Biz Microsoft olarak yapay zekayı, tarihteki en önemli buluşlardan biri olan elektriğin icadıyla eşdeğer görüyoruz; internetten bile daha önemli.
Bu teknolojinin yaygınlaşmasını, yani difüzyonunu istiyoruz. Tıpkı elektriğin veya matbaanın icadından sonra olduğu gibi, teknolojinin ucuzlaması ve demokratikleşmesiyle toplumlar ve ekonomiler üzerinde muazzam bir kaldıraç etkisi yaratacağına inanıyoruz. Microsoft’un şu anki hedefi de bu. Bu yüzden yılda 80 milyar dolardan fazla yatırım yapıyoruz.
Yapay zeka algoritmaları aslında on yıllardır var. Peki, neden son 10 yılda bu kadar büyük bir patlama yaşandı?
Bunun temel sebebi, bilgisayar ve işlemci (compute) teknolojisindeki inanılmaz ilerleme. Artık trilyonlarca parametresi olan karmaşık matematik denklemlerini milisaniyeler içinde çözebilecek durumdayız. Yapay zekanın yıllardır ihtiyacı olan şey tam olarak buydu: Muazzam derecede karmaşık sistemlerin, gerçek zamanlı olarak hesaplanıp sonuçlarının insanlara sunulması.
Bu denli büyük bir işlem gücü ve altyapı, yapay zeka maliyetlerini çok yükseltiyor. Bu durum, teknolojinin yaygınlaşmasının önünde bir engel değil mi?
Evet, yatırım şu an için hâlâ çok pahalı. Ancak teknoloji maliyetleri her zaman doğrusal değil, geometrik olarak azalır. Örneğin, yapay zekanın birim maliyeti son iki senede yedi kat azaldı. Apollo 12’yi Ay’a götüren işlem kapasitesinin milyarda biri bugün bir akıllı saatte mevcut. Maliyetin düşmesinin en önemli yolu ise ölçek ekonomisi. Kullanım ne kadar yaygınlaşırsa, yani difüzyon ne kadar artarsa, birim maliyetler o kadar düşecektir.
Çocuklarımla ‘güvenli’ kelime belirledim
Yapay zekaya karşı, ‘dünyayı ele geçirecek’ gibi distopik bir korku var. Sizce bu korkularda haklılık payı var mı?
Bu korkunun birden fazla sebebi var. Birincisi, tarihsel deneyimlerimiz. İnsanoğlu, teknolojik kırılımların iyi ve kötü sonuçlarını tecrübe etti. Nükleer teknoloji gibi, hem muazzam enerji üretip hem de atom bombası yapabilen çift taraflı bir potansiyel barındırması, insanları “ya kötüye kullanılırsa?” diye endişelendiriyor. İkincisi, daha varoluşsal ve egoyla ilgili bir sebep. “Beni geçecek mi?”, “Tanrıyı mı oynuyoruz?”, “Bir Frankenstein mı yaratıyoruz?” gibi felsefi sorular insanların aklını kurcalıyor. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, güven meselesi. İnsanlar, kullandıkları teknolojiye güvenmek zorunda ama neye güvendiklerini bilmek istiyorlar. “Yapay zeka bana doğruyu mu söylüyor, yoksa sırf beni memnun etmek için yalan mı söylüyor?” sorusu kritik bir öneme sahip.
İnsanların ‘asıl’ korkmaları gereken şey ne peki?
Asıl tehlike, bu teknolojinin dolandırıcılık, manipülasyon ve ahlaksızlık için kullanılması. Ses ve görüntü taklitleri ile yapılabilecekler, siber güvenlik tehditleri ve kişisel verilerin kötüye kullanılması gibi konular, şu anki en somut ve yakın tehditler.
Bu söz ettiğiniz tehditlerle ilgili elimiz kolumuz bağlı mı peki? Ne gibi çözümler üretilebilir?
Bu çok katmanlı bir sorun ve tek bir çözümü yok. Üç sac ayağı üzerinde durulmalı: Bireysel eğitim, teknolojik çözümler ve yasal düzenlemeler.
Özellikle çocuklara ve gençlere dijital dünyada mahremiyetin neredeyse kalmadığını, paylaştıkları her şeye dikkat etmeleri gerektiğini anlatmalıyız. Ben kendi çocuklarımla, sesimin veya görüntümün taklit edilebileceği ihtimaline karşı bir ‘güvenli kelime’ belirledim.
Teknolojik çözüm kısmında da şu anda üzerinde en çok durulan konulardan biri ‘Watermark’ yani dijital filigran. Yapay zeka ile üretilen her türlü içeriğe (metin, fotoğraf, video, ses) dijital bir kimlik veya parmak izi gömülmesi hedefleniyor. Bu sayede, bir içeriğin yapay zeka tarafından üretilip üretilmediği bağımsız bir şekilde teyit edilebilir.
Bir diğer konu da yasal düzenlemeler… Teknoloji standartlaştığında, devletler de devreye girerek yasal çerçeveleri oluşturacak ve yaptırımlar uygulayacaktır.
Microsoft olarak bu güven sorununu ve etik kaygıları nasıl ele alıyorsunuz?
Biz Microsoft olarak yapay zeka konusunda güven unsurunu hep ön planda tutuyoruz. Geliştirdiğimiz yapay zeka modellerini, altı farklı kritere göre (etik olması, şeffaflık, güvenilirlik, kapsayıcılık vb.) değerlendiren, yüzlerce kişilik bir etik kurulumuz var. Bu kurulun başında da bir Türk mühendis bulunuyor. Platformumuz üzerindeki 1800'den fazla yapay zeka modelinin tamamı, “insanlara zarar vermek için kullanılabilir mi?” gibi sorularla bu süzgeçten geçiriliyor.
‘Dijital dönüşüm’ kavramını sıkça duyuyoruz. Ancak siz bunun sadece teknolojiyle sınırlı kalmayıp bir ‘sosyal dönüşüm’ olması gerektiğini vurguluyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Dijital dönüşümün başı ya da sonu yok; sürekli devam eden bir süreç. Teknoloji sadece bir araç. Dünyanın en iyi arabasını almak sizi iyi bir şoför yapmaz. Önemli olan, o araçla nereye gideceğinizi bilmek ve kültürel olarak bu değişime hazır olmak. Eğer bir organizasyon, sürekli değişime adapte olabilecek bir kültürü en üst seviyeden (Yönetim Kurulu, CEO) başlatmazsa, dijital dönüşüm projeleri maalesef başarısız olur.
Teknolojinin bu kadar hızlı geliştiği bir ortamda, ‘geleceğin mesleği’ diye bir şeyden bahsetmek mümkün mü? Kendi çocuklarınıza nasıl bir yönlendirmede bulunuyorsunuz?
Bu gerçekten çok zor bir soru. Ben üniversiteyi hiçbir zaman belirli bir meslek için özelleşme aracı olarak görmedim. Üniversitenin asıl amacı, analitik ve esnek düşünme becerisini geliştirmek. Artık ortalama insan ömrünün 85-90 yıla çıktığı bir dünyada, bir insanın hayatına birden fazla kariyer sığdırması çok doğal.
Bu yüzden çocuklarıma “şu mühendis ol, bu doktor ol” demek yerine, onlara kendilerini bulmaları için uygun bir ortam yaratmaya çalışıyorum. Ne yapmak istediklerinden çok, ne yapmak istemediklerinden yola çıkıyoruz. Benim için önemli olan, onların seçeneklerinin farkında olmaları ve düşünce esnekliğine sahip olmaları. Eğer yanlış bir karar verirlerse, değiştirebileceklerini bilmeleri yeterli.
Belki de yollar aynı yere çıkıyordur
Peki, sizin kariyerinizde kariyerinizde “keşke” dediğiniz, farklı bir yola sapsaydım dediğiniz bir an oldu mu?
Evet, üniversitede MBA yaparken aynı zamanda amatör olarak üç boyutlu animasyonla uğraşıyordum. O dönem George Lucas’ın şirketi LucasArts, Star Wars’un yeni filmleri için animatör arıyordu ve önüme bir iş fırsatı geldi. Kaliforniya’ya gidip animatör olma fikrini ciddi ciddi düşündüm ama sonunda daha “mantıklı” olan yolu seçerek gitmeme kararı aldım. Bu, kariyerimdeki en belirgin makas noktasıydı. Ancak hayat çok ilginç; 30 yıl sonra, o zamanlar animasyon için kullandığım özel çipli grafik kartlarının teknolojisi, bugün yapay zekayı çalıştırmak için kullanılıyor. Belki de yollar bir şekilde aynı yere çıkıyordur.
Sizin için başarının ölçüsü nedir?
Bu biraz kaçamak bir cevap olacak ama sanırım başarılı olmak, mutlu olmaktır. Şu an sevdiğim bir sektörde, sevdiğim bir firmada, sevdiğim insanlarla çalışıyorum ve yaptığım işin hem kurumlar hem de toplamda ülke için iyi ve faydalı bir şey olduğuna gönülden inanıyorum. Ailem ve sağlığım yerinde, kendi ülkemdeyim. Tüm bunları aynı eksende birleştirebildiğim için kendimi başarılı hissediyorum. Ancak başarı göreceli bir kavram; her şeyin her zaman daha iyisi vardır. Önemli olan, içinde bulunduğunuz koşullara göre sürekli ileriye doğru giderken iyi bir yere gidip gitmediğinizi sorgulamak.
Planlı bir hayatınız mı var, yoksa anı mı yaşarsınız?
Kesinlikle spontane bir hayatım var, hatta bazen fazla dağınık olabiliyorum. Hayatımdaki insanlardan en büyük beklentim, beni biraz yolda tutmaları...
Sizi rahatlatan, kaçış noktalarınız neler peki?
Tek başıma olmak beni çok rahatlatıyor; özellikle müzik dinleyerek yürümek. Yüzmek ve uçak seyahatleri de tam bir izolasyon sağladığı için benim için kutsal zamanlar... Ayrıca Lego yapmak, özellikle oğullarımla iletişim kurmak için harika bir araç. Onlar Lego’ya odaklandığında, zihinlerinin diğer kanalı açılıyor ve her konuda sohbet edebiliyoruz.
Sizi yakından tanıyan birine sorsak, üç kelimeyle nasıl tanımlar?
Ne derler bilmiyorum ama ne demelerini istediğimi biliyorum: İyi niyetli, eğlenceli ve güvenilir. Yaptığım işin sonunda iyi bir yere varacağına inandığımı hissetmeleri benim için en önemlisi.