Kurbağa ile akrebin hikâyesini bilir misiniz?
Bir gün akrep, nehrin karşısına geçmek ister ama yüzme bilmediği için çaresizdir. Kenarda oturan kurbağayı görür ve ona yaklaşır: “Kurbağa kardeş, beni sırtında karşıya geçirir misin?”
Kurbağa temkinlidir. “Yapamam” der. “Sen zehirlisin. Sokarsan ikimiz de ölürüz.”
Akrep ikna etmeye çalışır: “Ben aptal mıyım? Seni sokarsam ben de boğulurum.”
Kurbağa biraz düşünür, sonra ikna olur ve akrebi sırtına alır.
Tam nehrin ortasına geldiklerinde sırtında keskin bir acı hisseder. Akrep onu sokmuştur.
“Bunu neden yaptın?” diye sorar kurbağa, son nefesini verirken. “Şimdi ikimiz de öleceğiz.” Akrep üzgün bir sesle cevap verir: “Elimde değil… Ben akrebim ve yapım böyle.”
Bu hikâyeyi her duyduğumda şunu düşünürüm: İnsan da böyle değil midir?
Kendi doğasına, geçmişin izlerine, ona biçilen rollere teslim olmaz mı? Kaç kere kendi doğamıza, kendi alışkanlıklarımıza yenildik? Kaç kere ‘bir daha yapmayacağım’ dedikten sonra aynı döngüye geri döndük?
Tıpkı akrep gibi, hepimiz yanlış olduğunu bilsek de aynı davranışları tekrar ederiz.
Farkında olmadan, yıllar önce bize öğretilen kalıplarla yaşarız ve şöyle deriz:
“Ben utangacım.”
“Ben şanssız bir dönemde doğdum.”
“Benim için artık çok geç.”
“Ben başarısız biriyim.”
“Ben sevilmeye layık değilim.”
Bu cümleler gerçek değildir aslında; sadece tekrar eden inançlardır. Ve her tekrar, o kimliği biraz daha kalıcı hâle getirir. Öğrenilmiş çaresizliktir.
Oysa kimliğimiz, doğduğumuzda saf bir enerjiyle doluydu. Bir çocuğu izlediğinizde bunu görürsünüz. Korkmadan sorgular, düşünmeden güler, hesapsızca sever, merakla her şeye dokunur. Zihnine teslim olmadan kalbiyle yaşar.
Ama sonra sistem devreye girer: Aile, okul, toplum…
“Sus, ayıp.” “Yapma, yanlış.” “Böyle olmalısın.” “El, alem ne der?”
Ve kalbiyle yaşayan çocuk, zamanla zihninin esiri olmaya başlar. Farkında değildir ki, zihin sadece hayatta kalmaya programlanmıştır. Sevgi yerini korkuya, merak yerini endişeye bırakır. Sorgulamalar sona erer, kabullenmeler başlar.
İşte o andan sonra insan kendi özüne yabancılaşır. Kendisine sürekli söylenen, yakıştırılan etiketleri kabul eder: Sakar, şanssız, başarısız, tembel...
Bir gün uyanırız ve fark ederiz ki: Kendimiz dediğimiz şey, aslında başkalarının bize yıllar boyunca söylediği kelimelerden ibarettir. Ancak değişim ve dönüşüm zor da olsa mümkündür ve tüm dönüşümler kaliteli bir soruyla başlar:
“Ben kimim?”
Yeni bir “ben” yaratmak mümkündür. Geçmişi reddederek değil, dönüştürerek… Kurban kimliğini geride bırakıp, lider kimliğini kuşanarak… Ondan sonra yapılması gereken sürekli yeni kimliği tekrarlamaktır. Her dönüşüm bir cümleyle başlar.
“Ben güçlüyüm.”
“Ben üretkenim.”
“Ben ilham veren bir liderim.”
“Ben cesaretle hareket eden bir vizyonerim.”
“Ben girdiğim her ortama enerji ve umut taşıyorum.”
Bu cümleler sadece kelime değil, yeni bir bilincin, kimliğin tohumudur. Bu dönüşüm sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir.
Atatürk’ün 102 yıl önce bir millete söylediği o sözler de aslında bir kimlik manifestosuydu: “Türk milleti zekidir; Türk milleti çalışkandır.”
“Hasta adam” denilen bir toplumu, “zeki ve çalışkan” bireylerin ülkesi haline getirmek istiyordu. Çünkü biliyordu: Bir milletin kaderini değiştiren şey, onun kimliğini nasıl tanımladığıdır.
Kendini gerçekleştirmenin, hayallere ulaşmanın yolu kimliği doğru oluşturmaktan geçer. Kendini yeniden tanımlamak, geçmişi silmek değil; ona yeni bir anlam vermektir.
İnsanın ve toplumların kaderi, kim olduğunu sandığında değil, kim olmaya karar verdiğinde değişir.