Amsterdam doğumlu, İspanya’da büyüyen Raquel Kurpershoek Jaldón, müziğinde kültürlerin, dillerin ve duyguların iç içe geçtiği çok katmanlı bir dünya kuruyor. Anne tarafından Endülüs’ün ritmik ve tutkulu geleneğiyle, baba tarafından sanat tarihi ve yolculuklarla dolu bir kültürel mirasın kesişiminde büyüyen sanatçı; müziği aracılığıyla sınırların ötesinde, evrensel bir duygu dili yaratıyor. Latin Amerika müziği üzerine uzmanlaşan Kurpershoek, Rotterdam’daki Codarts Konservatuvarı Dünya Müziği Bölümü’nde aldığı eğitimle farklı gelenekleri ve türleri bir araya getirme becerisini geliştirdi. Sahnesinde flamenkonun duygusal yoğunluğu, Latin ezgilerinin sıcaklığı ve çağdaş müziğin özgürlüğü iç içe geçiyor.
Müziğiniz pek çok kültürü bir araya getiriyor ama dinleyici sizi duyduğunda hemen tanıyor. Sizce Raquel Kurpershoek’i ‘yanılmaz şekilde siz’ kılan o tek şey nedir?
Bence bu, melodik dilimle sesimi kullanma biçimimin birleşimi. Şarkı söyleyişime hep geri dönen bazı melodik çizgiler ve vurgu biçimleri var. Kendimi bağlı hissettiğim geleneklerden, flamenkodan Küba müziğine uzanan bir yerden geliyor bunlar. Bestelerim de her zaman çok kişisel bir yerden doğuyor. Dinleyiciyi acele etmeden, metni ve hikayeyi sindire sindire dinlemeye davet eden, anlatı ağırlıklı şarkılar yazıyorum. Bu kişisel derinlik, tanıdık melodiler ve vokal imzamın karışımı, müziğimi tanınır biçimde bana ait yapan şey diyebilirim.
Flamenko, Latin Amerika müziği ve çağdaş dünya müziği… Sizce bu üç geleneği birbirine bağlayan duygusal hat ne?
Bu üç geleneğin de ortak noktası, doğrudan kalbe giden bir dürüstlük taşıması. Özlem, neşe, nostalji ya da dayanıklılık… Hepsi gerçek hikayelerden ve gerçek insanlardan doğan müzik dilleri. Kırılganlığı bir zayıflık değil, güçlü bir şey olarak bağırlarına basıyorlar. Kelimelerin tek başına yetmediği anları ifade etme ihtiyacı ve o yoğun duygusallık, bu gelenekleri benim için birbirine bağlayan şey.

Sahneye çıktığınızda hangi kimliğiniz öne geçiyor: Endülüs’ün içsel ateşi mi, Latin ritminin özgürlüğü mü, yoksa kendi çağdaş ses evreniniz mi?
Gerçekten de üçü bir arada. Endülüs’ün ateşi bana köklerimi veriyor, Latin ritminin özgürlüğü bana kanat oluyor, çağdaş ses evrenim ise tamamen kendim olabildiğim alanı açıyor. Sahnede yürürken hepsi aynı anda benimle geliyor.
Latin Amerika müziğini Avrupa’da okumuş biri olarak, iki kıta arasındaki farkı sahnede en çok nerede hissediyorsunuz?
Latin Amerika’da insanlar duygularıyla çok daha anlık ve açık bir şekilde tepki veriyor. Çok spontane ve bedensel bir karşılık bu. Avrupa’da dinleme çoğu zaman daha içe dönük, daha düşünceli bir yerde konumlanıyor. Ama burada da seyircinin müziği “tam olarak anlaması” gerekmiyor, hissetmesi yetiyor. Duygu her sınırı aşıyor.
Sahnede ritüele yakın bir enerjiniz var. Performans sırasında kendinize “Evet, evim tam olarak burası” dediğiniz o an hangisi?
Seyircinin bana doğru eğildiğini, sadece dinlemediğini, benimle birlikte hissettiğini fark ettiğim an. Bu genellikle uzun, askıda kalmış bir nota sırasında ya da çok sakin bir pasajda oluyor. Her şeyin sadece duyguya ve varoluşa indirgendiği bir an. O noktada artık insanlar için performans sergilemiyorum, onlarla birlikte, aynı yerden duygulanıyorum.
İstanbul çok dilli, duygusal yoğunluğu yüksek, ritimle yaşayan bir şehir. Bu şehrin ruhunun hangi tarafı müziğinizle en çok buluşuyor sizce?
Şehir aynı anda derin bir melankoli ve inanılmaz bir sıcaklık taşıyor. Bu ikili hal, müziğime de çok yakın. İstanbul’da, kendi sesimde de var olan o nostalji ve açıklık karışımını hissediyorum. Şarkı söylerken sanki şehir de benimle beraber aynı duyguda nefes alıyor.
Bu konserde İstanbul seyircisine hangi duyguyu taşımayı umuyorsunuz?
Müziğimin, onların içinde bir yerde, hayatlarındaki bir ana dair bir şeyi hatırlatmasını istiyorum. Bu an mutlu da olabilir, hüzünlü de, tamamen nostaljik de. Müzik bizi zaman ve hafıza içinde taşıyabilen inanılmaz bir güce sahip. İstanbul’da bu konserle, o duygusal yolculuğu birlikte paylaşmayı umuyorum.
Repertuarınızdan yalnızca bir şarkıyı İstanbul’a adamak isteseniz, hangisini seçerdiniz ve neden?
Quién sabe por qué? şarkımı. Bu şarkı, karısını çok seven bir adamın hikayesini anlatıyor. Birbirlerini derin bir aşkla seviyorlar ama kadın yavaş yavaş ölüyor. Şarkı hem çok hüzünlü hem de çok güzel, sevginin gücünü gösteriyor. Adam, karısına, o artık bu dünyada olmayacak olsa bile başka bir hayatta mutlaka yeniden buluşacaklarına inandığını söylüyor. Benim için İstanbul’la ilişkim de biraz böyle. Şehre ilk gelişimde aşık oldum ve şimdi geri dönüyorum. Şarkının nostaljik ve melankolik bir havası var. Bu da İstanbul’un bende bıraktığı hisle çok örtüşüyor.