Hatırlıyor musunuz, bundan tam 16 yıl önce Pandora’yı neden bu kadar sevmiş, hatta biraz da kıskanmıştık? Üç metrelik boyları ve kuyruklarıyla masmavi Na’vi halkı, sıradan bir topluluk değil; gezegenin ritmiyle birlikte var olan bir kültürün temsilcisiydi. Doğayla kurdukları ilişki, sahip olmaya ya da hükmetmeye değil, birlikte yaşamaya dayanan bir düzen öneriyordu. İlk filmde bizi etkileyen yalnızca James Cameron’un benzersiz sinematografisiyle kurduğu görsel ihtişam değildi; bu yaşam anlayışıydı.
Bir önceki filmde bizleri Pandora’nın sualtı dünyasına götüren James Cameron, serinin üçüncü filminde bu kez gezegenin dengesinin bozulduğu, ateş ve külle şekillenen yeni bir görsel evrene davet ediyor. Pandora artık korunması gereken bir cennet olmaktan çıkıp çatışmaların, kayıpların ve yüzleşmelerin yaşandığı bir yere dönüşüyor. Cameron’un kurduğu evren genişlemeye devam ederken, filmin odağı keşiften çok hesaplaşmaya kayıyor.
NETEYAM’IN ARDINDAN
Hikâye, ‘The Way of Water’ın hemen sonrasında başlıyor. Sully ailesi, Metkayina Klanı’nın resiflerinde yaşamayı sürdürürken oğulları Neteyam’ın kaybı hâlâ çok taze. Jake bu acıyla içine kapanıp yeniden savaşçı kimliğine tutunurken, Neytiri yasla baş etmeye çalışıyor. Bu dönem onlar için yalnızca liderlik değil, ebeveynlik açısından da ağır bir sınava dönüşüyor. Pandora artık yalnızca savunulması gereken bir gezegen değil; yas, öfke ve suçluluk duygularının iç içe geçtiği kırılgan bir yer.
Bu süreçte Spider’ın güvenliği de giderek daha büyük bir sorun hâline geliyor. Sully ailesi, onu koruyamayacaklarını fark ettikçe Spider’ın artık onlarla kalamayacağı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. İnsan dünyasıyla Na’vi yaşamı arasında sıkışmış olan Spider’ı Omatikaya topraklarındaki High Camp’e geri götürmek üzere yola çıkan aile, yolculuk sırasında Pandora’nın gökyüzünde yaşayan göçebe halkı Wind Traders ile tanışıyor. Böylece gezegenin yalnızca orman ve denizden ibaret olmadığını; birbirine komşu, farklı yaşam biçimlerinin bir arada var olmaya çalıştığını bir kez daha görüyoruz. Barışçıl ve dünyalar arası bağ kuran bu klan, Sully’lere kısa süreli bir sığınak sunuyor.
Ancak yolculuk beklenmedik şekilde kesintiye uğruyor. Evleri bir volkanik patlamayla yok olmuş olan ve bu felaketin sorumluluğunu Eywa’ya yükleyen Mangkwan Klanı -nam-ı diğer Ash People- grubun karşısına çıkıyor. Varang’ın liderliğindeki bu klan, Pandora’nın şimdiye dek görmediğimiz kadar karanlık, öfkeli ve inançtan kopmuş bir yüzünü temsil ediyor.
EVRENİN YÜKÜ KİMLERDE?
Oyuncu kadrosu, bu geniş evrenin yükünü taşımayı sürdürüyor. Sam Worthington’ın Jake Sully’si artık genç bir savaşçıdan çok, kaybın ağırlığını omuzlarında taşıyan bir lider olarak karşımıza çıkıyor. Zoe Saldaña’nın Neytiri’si, öfke ve yas arasında gidip gelen hâliyle hikâyenin duygusal merkezine yerleşiyor. Sigourney Weaver, Stephen Lang, Kate Winslet ve Cliff Curtis’in dönüşleri ise bu dünyanın sürekliliğini güçlendiriyor.
James Cameron, sinema tarihinin kuşkusuz en başarılı yönetmenlerinden biri. ‘The Terminator’dan ‘Aliens’a, ‘Terminator 2’den ‘Titanic’e uzanan filmografisi “büyüklük” kavramını yalnızca gişe rakamlarıyla değil, kurduğu dünyalar ve yarattığı duygusal bağlarla tanımlıyor. ‘Avatar’ evreni de bu yaklaşımın en uzun soluklu örneği. ‘Fire and Ash’, yönetmenin çok sevdiği ve sevdirdiği bu dünyada izleyiciye biraz daha vakit geçirme isteğinin açık bir göstergesi. 3 saat 15 dakikalık bu görsel şölen sinemada sizi bekliyor.