Her birey aslında hayata enerji dolu, coşkulu, meraklı ve neşeli başlar.
O yüzden bütün çocuklar mutludur. Henüz ‘olması gerekenler’, ‘ayıplar’, ‘yapamazsınlar’ yoktur. Hayat, keşfedilecek kocaman bir oyun alanıdır.
Zamanla devreye ebeveynler girer. Ardından öğretmenler, arkadaşlar, toplumun sessiz ama sert kuralları… Cezalar, uyarılar, ‘sus’lar başlar.
Hayatın zorlukları ve acılarıyla karşılaştıkça savunma mekanizmaları gelişir. Bariyerler oluşur. “Aman kimseye güvenme” sözleri zihinlere kazınır. Dışarıda kalma korkusu egemen oldukça, onaylanma ve kabul edilme ihtiyacı öne çıkar. İnsan, incinmemek için sertleşir. Üzülmemek adına mesafe koyar. Kaybetme korkusuyla kontrolü elinde tutmaya çalışır. Ve fark etmeden, kalbin yerini zihin alır. Zihin, güvenlik vaat eder. “Kontrol edersen güvendesin”, “Her şeyi hesaplarsan acı çekmezsin” düşüncesini aşılar.
Birey bu çabanın bedelini ise yavaş yavaş özünden uzaklaşarak öder. Hayatı kontrol etmeye çalıştıkça, yaşam alanı daralır. Ve bir gün kendini yorgun, kaygılı, anlamsızlık hissiyle baş başa bulur. Her ne yaparsa yapsın, içinde eksik kalan bir yer vardır.
Kazandıkları tatmin etmez, gösterdiği emek karşılık bulmaz; kendini sürekli yetersiz hisseder.
Önce neşesini kaybeder. Sonra merakını… Ardından coşkusunu. Geriye kalan ise sessiz bir ağırlıktır: Kaygı… Anksiyete… Depresyon…
İşte tam bu noktada, insanın ağzından dökülen sözler tanıdık cümlelere dönüşür:
“Depresyondayım, mutlu olamıyorum.”
“Kendime güvenim yok; iş hayatında ilerleyemiyorum.”
“Sağlıklı ilişkiler kuramıyorum, sevildiğimi hissedemiyorum.”
“Kendime yeterince değer vermiyorum.”
“Ne yapsam eksik kalıyor, içimde bir boşluk var.”
Bu cümlelerin sosyal medyada ve farklı mecralarda sürekli tekrar edilmesinin, hatta bir noktadan sonra kurban dilinin neredeyse popülerleşmesinin temelinde aynı kopuş yatar:
İnsanın özünden uzaklaşması.
Mutsuzluk derinleşir; hayatla yüzleşmek yerine kaçışlar devreye girer. Bu kaçışlar, zamanla alışkanlığa dönüşür.
Alkol, kumar… Video oyunları, saatler süren televizyon izleme, sosyal medya bağımlılığı…
Telefonuna bakmadan bir dakikayı geçiremeyen, ekran karşısında saatlerini tüketen, oyun oynarken yemek yemeyi unutan insan; farkında olmadan alkol ya da kumar bağımlısının yaptığıyla aynı şeyi yapar. Hayatın kendisinden uzaklaşmaya çalışır. Kendini ne kadar çok uyuşturursa, acının o kadar azalacak sanır.
Peki bu sarmaldan kurtulmak mümkün müdür?
Çözüme dair en güçlü örneklerden biri, alkol bağımlılığıyla mücadelede dünya çapında uygulanan 12 adım yaklaşımıdır.
Bu yolculuk, kişinin kendisine dürüst olmasıyla başlar. İlk adımda, alkol karşısında güçsüz olduğunu ve hayatının kontrolünün elinden kaydığını kabul etmesi istenir. İkinci adımda insan, bu hâlin kaderi olmadığını; doğru destekle iyileşmenin mümkün olabileceğini fark eder. Sonra kontrolü bırakmayı, her şeyi tek başına taşıma yükünden vazgeçmeyi öğrenir.Ve yolun sonunda, en anlamlı adım vardır: Aynı mücadeleyi veren insanlara destek olmak… Deneyimini paylaşarak başkalarına el uzatmak.
İşte en güçlü çözüm de tam burada ortaya çıkar. İnsanın kötü alışkanlıklarından, bağımlılıklarından kurtulmasının yolu; kendine dönmesi değil, başkalarına açılmasıdır.
Depresyondaysanız, anksiyete yaşıyorsanız, kendinizi değersiz hissediyorsanız; bu duygularla mücadele etmenin yolu onları bastırmaya çalışmak değildir.
Çıkış yolu, başkalarının hayatına dokunmaktan geçer. Birine fayda sağlamak, bir başkasının yükünü biraz olsun hafifletmek, hayatına gerçek bir değer katmak…
Birinin gerçekten dinlenmeye ihtiyacı olduğu anda, onu yargılamadan dinlemek…
Bilgini, deneyimini ya da yeteneğini paylaşarak birinin yolunu aydınlatmak…
Etrafındakilere minnettarlığını dile getirmek, emeği fark etmek…
Ve ne kadar küçük olursa olsun, iyilik içeren bir davranışta bulunmak…
Vermek, değer katmak sadece dünyayı değiştirmez; insanı da dönüştürür.