Kimi sanatçılar vardır ki tek bir alanda değil, hayatın her alanında sanat üretir; iz bırakan her disiplinde derinleşir. Ali Pınar, işte bu az sayıdaki sanatçılardan biri. Yönetmen, oyuncu, müzisyen, radyocu. Kimi zaman sahnede, karşımıza çıkıyor, kimi zaman kamera arkasında bir dramatik yapıyı incelikle kurarken buluyoruz onu. Pınar, çok yönlülüğü bir kariyer stratejisi değil, bir yaşam biçimi olarak benimsemiş biri. Aynı zamanda, sanatın hem genetik hem kültürel bir miras olduğunu kanıtlayan bir isim… Annesi, Türkiye’de barok müziğin öncüsü kabul edilen Leyla Pınar; 17. ve 18. yüzyıl eserlerini Türkiye’ye tanıtan, hem sahne hem akademi düzeyinde olağanüstü bir iz bırakan bir klavsen virtüözü ve müzikolog. Büyük amcası ise Türk müziğinin en zarif bestecilerinden, hicazkârın ve hüznün sesi olmuş Selahattin Pınar… Seneler sonra o ince ruhun torunu, bugünün sahnelerinde hem klasik Batı müziğini hem doğunun derinliğini taşıyor. Sanatı farklı yönleriyle icre ediyor. İstanbul Barok’un kurucularından olan Pınar, çocukluğundan bu yana sanatla iç içe yaşamış, yıllar içinde hem sahnede hem sahne arkasında izleyiciyi dönüştürmeyi hedeflemiş bir isim. Ali Pınar, çok yönlülüğün ardındaki felsefeyi ve üzerinde çalıştığı projeleri anlattı.
Sanatta bu kadar geniş bir yelpazede üretmek kolay değil. Sizi bu çok yönlülüğe iten temel dürtü neydi sizce?
Teveccühünüz. Sanırım beni harekete geçiren ilk şey merak oldu. Ama sadece dış dünyaya değil, iç dünyama karşı da bir meraktı bu. Biraz melankolik bir yapım vardır. Değerli bir büyüğüm, melankoliyi “bir değer arayışı” olarak tanımlamıştı; bu söz zihnimde hep yankılanır. Abim de beni ‘polyvalent’ olarak tanımlar; Fransızcada bu kelime çok işlevli, çok değerlikli anlamına gelir. Benim bu alanlara ilgim çocukluk yıllarıma dayanır. Liseden itibaren drama, müzik, sinema gibi alanlarda hem eğitim aldım hem de ustalarla birlikte çalıştım. Ama benim için her zaman sonuçtan çok süreç önemli oldu.
Müzik, tiyatro ve sinema gibi farklı sanat dallarında çalıştınız. Bu farklı disiplinler arasında geçiş yapmak size nasıl bir deneyim kazandırıyor?
Sanatla uğraşırken yaşanan süreç, insanda bir “yaşanmışlık tortusu” bırakıyor. Bu benim için çok kıymetli bir hazine. Hele ki bu süreçleri usta isimlerle deneyimlemişseniz, neredeyse aşkın bir hâl alıyor. Sanatçı bence birden fazla dile hâkim olmalı: Bir oyuncunun müziği anlaması gerekir, bir müzisyenin de sahneye dair sezgileri olmalı. Ben hiçbir zaman öğrendiğim bir sanatı diğerine feda edemedim. Aksine, zamanla fark ettim ki bu disiplinler birbirini besliyor ve derinleştiriyor. Ama bu herkesin tercih edeceği bir yol değil; bu biraz karakter meselesi.
Bugüne kadar yer aldığınız projeler arasında sizi en çok etkileyen hangisiydi?
Zor bir soru… Ama bir tanesi öne çıkıyor: İstanbul Barok. 1995 yılında annem Leyla Pınar, abim ve ben, birlikte kurduk. Annem müzik yönetmenliğini üstlenmişti, ben rejiyi ve ışığı, abim ise dekoru. Türkiye’de ilk kez özel bir girişim olarak Barok operalar sahneledik. 2004’te Devlet Opera ve Balesi ile ortak bir prodüksiyon gerçekleştirdik ve Haendel’in Deidamia operasını sahneledik. Dönemin politik atmosferiyle bu operanın içeriği öyle örtüştü ki, adeta sanat yoluyla bir mesaj verme arzusu taşıdı bu proje. Kuliste Sevda Şener’in alnımdan öpmesi ise, hayatım boyunca unutmayacağım bir andı.
Derinleşmeye de alan açacağım
Sanatla toplumu dönüştürme gücüne inanıyor musunuz? Projelerinize bu anlamı bilinçli olarak yüklüyor musunuz?
Kesinlikle inanıyorum. Ama bu her zaman doğrudan mesajlarla olmak zorunda değil. Popüler işlerde bu kaygım yok, ancak sanatsal tarafı ağır basan projelerde bu arayışım hep oldu. Sanatı sevmemin temel nedeni zaten toplumu dönüştürme arzusuydu. Ustalarım da böyleydi. Ama zamanla, özellikle 2000’li yıllarda bir yorgunluk hâli çökmüştü üzerlerine. Paris’te, ustam Mehmet Ulusoy’un kanserle mücadele ettiği dönemde onu hastaneden çıkarıp bir temsilimizee götürdüm. Sonrasında Afrikalı bir oyuncu gelip şöyle dedi: “Bugün, koca bir umman içinde küçücük bir damla kadar güzelliğin var olmasına vesile oldun. Bu güzellik, yarın da var olacak. Ama biliyor musun, aslında dün de vardı.” Ben sanata böyle bakıyorum.
Türkiye’de sanatçı olarak var olmak sizce zor mu? Genç sanatçılara ne önerirsiniz?
Zor, hem de çok zor. Çünkü çağımızda bir şeyin değeri çoğunlukla ne kadar kolay algılandığı ve ne kadar çok satıldığıyla ölçülüyor. Oysa sanat satmak için değil, dokunmak için vardır. Yerelden evrensele uzanmak, geçmiş birikimi bilmek, evrensel ölçütlerle proje geliştirmek, iyi bir ekip kurmak ve işi arşivlemek… Bunlar bir sanatçının sürdürülebilirliği için çok önemli. Ama en önemlisi şu: Kendinizi tanıyın. Çünkü insan kendini tanımadan ne yapacağını da bilemez.
Şu sıralar neler yapıyorsunuz? Yakın gelecekte sizi nerelerde göreceğiz?
Oldukça yoğun bir dönem geçiriyorum. Yurt dışı odaklı üç dizide başrol oynadım; bunlardan biri 120 bölümlük ‘Aşk ve Gurur’, diğeri Rus yapımı ‘Nar Rengi’, bir diğeri de ‘Kız Kardeşler.’ Türkiye’de ATV’de ‘Aşk ve Gözyaşı’ isimli yeni bir diziye başlıyorum. Arjantin’in önde gelen tango orkestralarıyla Türkiye’de konserler verdim, yakında Arjantin’de sahneye çıkacağım. Radyo programım Alla Turca tüm hızıyla devam ediyor. Ayrıca Bach ve Chopin temalı teatral konser projelerimiz önümüzdeki sezon Süreyya Operası’nda sürecek. İstanbul Barok olarak TRT 2’de yer alacağımız projeler ve Guadeloupe’la ortak yapımlar gündemde. Tüm bunlara ek olarak, Bahçeşehir Üniversitesi’nde doktora tezimi tamamlamaya çalışıyorum. Bir sonraki adımım, üretim kadar derinleşmeye de alan açmak.
