Doğu Almanya’da büyüyüp dünya sahnesine uzanan bir hikaye… Tino Piontek, nam-ı diğer Purple Disco Machine, çocukken babasının progresif rock plaklarıyla başlayan müzik merakını, 1989 sonrası açılan kulüp kapılarıyla bambaşka bir boyuta taşıyor. Bugünse funk, house ve disco’yu kendi mor evreninde yeniden karan, dans pistinden inmeyen global hitlerin arkasındaki isim.
Piontek’in dünyasında müzik, sadece ritim değil; ışık, renk ve mekânla birlikte kurulan bütünlüklü bir atmosfer. Evindeki mor ahşap kaplı stüdyosu onun yaratıcı sığınağı. Oradan çıkan parçalar, 70’lerin glam rock’ından 80’lerin Italo ve Euro disco referanslarına uzanırken, geçmişe saygıyı bugünün dans pistlerine taşıyor. MIX Festival kapsamında Zorlu PSM’de çalan Purple Disco Machine, hem Grammy anını hem de detayları anlattı.
Doğu Almanya’da büyümek, müzikle kurduğunuz ilişkiyi ve kulüp kültürüyle bağınızı nasıl şekillendirdi?
Doğu Almanya’da büyürken müzik, biraz peşine düşmen gereken bir şeydi. Ama babam bayağı yaratıcıydı ve ciddi bir progresif rock plak koleksiyonu vardı. Çocukluğumun sesi o plaklardı. 1989’dan sonra ise bir anda dünya açıldı. Kulüpler, plaklar, Batı’dan gelen etkiler… Sanki ses ve kültür için dev bir kapı açılmış gibi oldu. O dönem beni çok derinden şekillendirdi. Keşfetme isteği verdi ve kulüp sahnesinde kendi kimliğimi inşa etmem için inanılmaz bir alan açtı.
Funk ve house’u bir araya getirirken kendi iç ritminizi nasıl buluyorsunuz? Purple Disco Machine’in arkasındaki ‘mor’ his tam olarak ne?
Benim için funk kalp atışı, house ise nabız. Disco da hem kültürün kendisi hem de hikayeyi kurduğum bağlam. Bu üçünü karıştırırken, ritmin kendiliğinden aktığı o groove’un peşinden gidiyorum. Mor his ise tamamen neşeyle ilgili, renkli ve biraz da gizemli bir duygu. Yüzünde gülümsemeyle dans etmeni sağlayan o vibe. Belki kahramanlarımdan birine ufak bir selam çakmak da diyebiliriz…
Bir röportajınızda ev stüdyondan “ahşap, mor renkli bir alan” diye bahsedip, yaratıcı olmak için o mekana ihtiyaç duyduğunu söylemiştiniz. O odada vazgeçemediğin ses ya da ışık detayı ne?
Stüdyom benim sığınağım. Hatta bazen orası için “cennetim” dediğim bile oluyor. Mor ahşap kaplama bana hem sıcaklık hem de odaklanma hissi veriyor. Ama tek vazgeçemediğim şey ışık. Yumuşak, atmosferik, ruh haliyle birlikte değişebilen bir ışığa ihtiyacım var. Benim için bu, sesle resim yapmak gibi; ışık, o resmin tuvali oluyor.
70’lerin glam rock’ından 80’lerin Italo ve Euro disco’suna uzanan sample’lar ve referanslar müziğinizde önemli bir yer tutuyor. Yeni bir parça yaratırken orijinale sadık kalmakla, onu kendi tarzınızda yeniden yorumlamak arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Geçmişe saygı duymayı seviyorum. O glam rock riff’leri ya da Italo disco melodileri gerçekten ikonik. Ama asla birebir kopyalamıyorum, her zaman kendi merceğimden geçiriyorum. Mesele, orijinali onurlandırırken ona bugünün dans pistleri için yeni bir hayat vermek... Referansla saygı arasında ince ama çok keyifli bir çizgi var.
Sahnedeyken ışıklar, görseller ve DJ setup’ının ortasında… Sahne sizin için ne zaman sadece bir mekan olmaktan çıkıp atmosfere dönüşüyor?
O an, kalabalıkla bağ kurduğum an. Işıklar ve görseller elbette önemli ama sahnenin atmosfer olması, enerjinin iki yöne de akmasıyla ilgili. Ben seyirciye bir şey veriyorum, onlar geri veriyor. O döngü oluştuğu anda sahne artık sadece bir yer değil, daha büyük bir şeye dönüşüyor.
Bir söyleşinizde sürekli ses kovaladığınızı söylemiştiniz. Şu anda özellikle peşinde olduğunuz bir ses, sample ya da enstrüman var mı?
Hep kovalamadayım. Şu sıralar yeni albüm için yazım ve kayıt sürecine hazırlanıyorum, o yüzden çok fazla referans dinliyorum. Analog synthesizer dokularına epey kafayı taktım, o sıcak, kusurlu, canlı hisseden tonlar… Elektronik müziğe çok insani bir dokunuş katıyorlar. Bu da benim için çok değerli.
Grammy kazandığınız an, ödülü elinize alırken kafanızdan geçen ilk düşünce neydi?
İlk düşüncem tam anlamıyla inanamamaktı: “Bu gerçekten oluyor mu?” Sonra hemen minnet duygusu geldi. Grammy elbette bir tür takdir ama benim için aynı zamanda yolculuğumun hatırlatıcısıydı: Doğu Almanya’dan dünya sahnesine uzanan o uzun yol…
MIX Festival kapsamında İstanbul’da sahne aldınız, nasıl bir deneyimdi?
Türkiye’nin enerjisi inanılmaz, İstanbul ise tam anlamıyla kültürlerin kavşağı. MIX Festival’de çalmak bu yüzden benim için çok özel oldu.