Kim yalan söylüyor, anında fark edebiliyorsunuz. Kulağa bir süper güç gibi geliyor değil mi? Ama ya bu yetenek sizi sürekli belaya sokuyorsa? Natasha Lyonne’un canlandırdığı Charlie Cale tam da böyle biri. İlk sezonda, Atlantic City'de üzerine yıkılan bir cinayet suçlamasından kıl payı kurtulan Charlie, Frost ailesiyle hesapları kapattığını düşünüyordu. Ancak geçmiş kolay kolay peşini bırakmıyor. Yeni sezonda bu kez karşısında mafya patronu Beatrix Hasp var. Poker Face, ikinci sezonda da formunu koruyor: Cinayet baştan belli, mesele “nasıl ortaya çıkarılacak?” sorusunda. Lyonne’un kendine has enerjisi ve karaktere kattığı özgünlük, dizinin ritmini belirleyen en önemli unsurlardan. Ve her bölümde karşımıza çıkan konuk oyuncular bu sezon da göz kamaştırıyor: Cynthia Erivo, Katie Holmes, Giancarlo Esposito, John Mulaney, Rhea Perlman, Kumail Nanjiani, Gaby Hoffman ve Simon Helberg… Hepsi bu yolculukta Charlie’ye bir şekilde eşlik ediyor. Rian Johnson’la Poker Face’in anlatı biçimini, Charlie’nin süper gücünün lanete dönüşmesini ve dizinin neden klasik formatlara hâlâ ihtiyaç duyduğunu konuştuk.
Bu kadar farklı işlerden sonra Poker Face gibi haftalık maceralar sunan klasik tonda bir dizi yapmaya nasıl yöneldiniz?
Aslında tam da bu yüzden. Çocukken televizyon izlemek benim için bir keyifti. Genellikle bu tür dizileri tekrar bölümlerinden, karışık sırayla izlerdim. Sezonluk hikayeler pek yoktu. Her bölümün kendi hikayesi olurdu, bir karakteri takip ederdin ve dizinin belli bir fikri olurdu. Modern dizileri seviyorum, uzun hikayeler anlatan çok iyi yapımlar var. Ama o eski tarzın verdiği keyfi yeniden yaşamak istedim. Ve sonra Natasha Lyonne’la tanıştım. Böyle bir diziyi taşıyabilecek biriyle dost olmak, her şeyi netleştirdi.
Dizide Charlie her hafta başka bir dünyaya giriyor ama girdiği her ortamı da değiştiriyor. Böyle bir karakteri, hem bu kadar etkileyici hem de hikayeyi gölgelemeyecek şekilde nasıl yarattınız?
Natasha’yla birlikte bu karakterin özünde adaletsizliğe karşı durabilmesi gerektiğine karar verdik. Charlie bir polis değil, işi suç çözmek değil. Bu yüzden her hafta olaylara dahil olmak için kişisel bir sebebi olması gerekiyordu. Onunki şu: Birinin haksızlığa uğradığını ya da dizide genelde olduğu gibi öldürüldüğünü gördüğünde bunu sineye çekemiyor.

Yazarken sizin için önce ne geliyor: Hikayenin yapısı mı, karakter mi, yoksa duygusal tarafı mı?
Rian Johnson: Yazar odasında büyük bir panomuz var. Senin söylediğin her şey orada yer alıyor: Mekan, olaylar, gizemli bir durum varsa o da. Ama en önemlisi bölümün merkezindeki ilişki. Bazen tahtaya sadece “dinamik fikirler” yazıyoruz. Mesela: “Ya Charlie katile aşık olursa?” Ya da ilk sezondaki bir bölümü hatırlıyorum, barbekü restoranında geçiyordu. Tüm fikir şuradan çıktı: “Ya kurban bir köpekse? Ve bu köpek tam bir baş belasıysa?”
İlişki kısmı, diziyi bölümden bölüme taşıyan şey. Bu her hafta değişiyor ve işin temelini o oluşturuyor. Genelde önce bu kısmı çözmemiz gerekiyor.
Gizem çok keyifli ama dizinin merkezinde aslında insanlar var gibi hissediliyor. Bu sizin için en başından beri temel odak mıydı?
Rian Johnson: Kesinlikle. Hatta bu her bölümde merkezde kalsın diye dizi yapısını da özellikle ona göre kurduk. Charlie bir polis değil. Dedektif de değil. Yani işi suç çözmek değil. Bu da yazarken bizi zorlayan ama aynı zamanda işimizi daha ilginç kılan bir şey. Çünkü Charlie’nin her hafta bir suça dahil olması için kişisel bir neden gerekiyor. Bu da ancak kurduğu ilişkiler üzerinden olabiliyor. Bazen yazar odasında bu bizi çok zorlasa da iyi ki böyle; çünkü bize kestirmeden gitme şansı tanımıyor. Sadece iyi bir gizem yazıp sonra birkaç güzel diyalog ekleyemeyiz. Gizem dediğimiz şeyin çıkış noktası, Charlie’nin biriyle kurduğu ilişki olmalı.
Agatha Christie hayranı olduğunuzu tahmin ediyorum. Biliyor musunuz, İstanbul’daki Pera Palace Oteli’nde uzun süre konaklamış ve “Doğu Ekspresinde Cinayet” romanını orada yazmıştı. Siz hiç İstanbul’a geldiniz mi?
Christie’nin orada kaldığını da biliyorum. Yanılmıyorsam eşi arkeologtu, birlikte seyahat ediyorlardı. Ama yok, İstanbul’a hiç gelmedim. Mutlaka gelmek istiyorum. Özellikle de Orient Ekspresi’ni düşününce… Belki bir gün ben de atlar giderim.
