Bazen iki akustik gitar ve iki duru ses, bir neslin hayatına sızmak için fazlasıyla yeterlidir. Norveçli ikili Kings of Convenience, tam da bunu yaptı. Naiflik ile melankoliyi, bossa nova ile indie folk’u zarifçe harmanlayan grup, yıllar içinde sessizce ama derinden geniş bir hayran kitlesine ulaştı. Erlend Øye ve Erik Glambek Bøe, 28 Mayıs'ta KüçükÇiftlik Park’ın yaz akşamına yakışır atmosferinde, Epifoni ve URU organizasyonuyla sahne aldı. Unutulmaz parçaları Misread, I’d Rather Dance with You ve Mrs. Cold'un yanı sıra, 2021 çıkışlı Peace or Love albümlerinden de parçalarla müzikseverlerle buluştu. Sahne öncesinde, Erik ve Erlend ile kısa ama derinlikli bir sohbet gerçekleştirdik. Müzikal yalnızlıklarından dijital çağla ilişkilerine, İstanbul’a olan bağlarından bitmemiş şarkıların sırrına kadar birçok konuyu konuştuk.
2000’lerin başında ‘Yeni Akustik Hareket’in öncüsü olarak anıldınız. Geriye dönüp baktığınızda gerçekten bir tür yarattığınızı düşünüyor musunuz yoksa bu etiketlere hep mesafeli mi durdunuz?
Bu etiket bize her zaman biraz yapay geldi. Hala birinin çıkıp ne yaptığımızı daha iyi tarif etmesini bekliyoruz. Ve hala bu tepede yalnızız diyebiliriz. José González bize oldukça yakın ama ikili olmak büyük bir fark yaratıyor. İyi tarafı şu: Çok fazla rakibimiz yok. Hala bu işi en iyi yapan biziz. Bu da garip! Çünkü iki akustik gitarla yapılan müzik çok daha popüler bir format olmalıydı, değil mi?
Müziğinizde hep duygusal bir sadelik ve sözlerde samimi bir dürüstlük var. Bu bilinçli bir estetik tercih mi, yoksa doğrudan sizi yansıtan bir şey mi?
Sesimiz ne kadar sade olsa da, sözlerin duyulacağı çok açık. Bu yüzden anlam taşımayan süslü cümlelerden kaçınıyoruz. Bu şarkılar bizim bir uzantımız ama elbette bizi tamamen yansıtmıyor.
Peace or Love, ilk albümünüzün daha olgun ve sıcak bir versiyonu gibi hissediliyor. Bu değişim hayatınızdaki dönüşümleri mi yansıtıyor, yoksa müzikal ustalıkla mı ilgili?
Hayatla ilgili çok şey öğrendik. İngilizcemiz bile değişti, artık daha az İngilizce, daha çok pan-Avrupalı bir İngilizce konuşuyoruz. Ama ilk albümde hep “bilmeden gelen güç” vardır. Kendi sözümüzle: "The power of not knowing."
İskandinav kökleriniz müziğinize nasıl yansıyor sizce? Melodilerde mi, sessizliklerde mi, kelimeler arasındaki duraklamalarda mı?
Düzenin içinde. Seçtiğimiz akor türlerinde, atmosferde. Camdan dışarı bakıp hayal kurarken dinlenebilecek şarkılar yapıyoruz.
Şarkılarınızda söylenmeyenler bile çok şey anlatıyor. Bir şarkının tamamlandığını nasıl anlıyorsunuz?
Şarkıları bırakıp sonra geri dönüyoruz. Altı ay sonra bir kaydı dinlediğimizde ya "hayır, bu şarkının özü değil" diyoruz ya da "bundaki sorun neydi ki?" Yani önceki şüpheler ortadan kalkmış oluyor. Bazen de uzun süre çalışıp aslında eski bir versiyonun daha doğrudan olduğunu fark ediyoruz. Uzun bir süreç ama başka yolu da yok gibi görünüyor.
Spotify ve TikTok çağında üç dakikayı geçmeyen şarkılar norm haline gelmişken, sizinki zamandan bağımsız bir müzik gibi. Bugünün müzik endüstrisiyle nasıl bir ilişkiniz var? Uyum sağlamaya mı çalışıyorsunuz yoksa mesafeli mi duruyorsunuz?
Biz hala CD albümlerin önemli olduğunu düşünüyoruz. Çabalarımızı pek az kişi takdir ediyor ama kimse geleceğin ne getireceğini bilmiyor. Spotify da bir gün yerini başka bir formata bırakacak. Biz sadece müziğin büyüsünü keşfettiğimiz o eski tarzı yaşamaya çalışıyoruz.
İstanbul’da daha önce sahne aldınız ve burada çok sadık bir dinleyici kitleniz var. Şehre dair özel bir anınız var mı? Sizi tekrar tekrar buraya getiren şey ne?
Türkiye’de neden bu kadar popüler olduğumuzu biz de bilmiyoruz. Ama kesinlikle 2006’daki o küçük sahnede verdiğimiz ilk konserle başladı. Sonrasında hep geldik. En son Zorlu’da çaldık, harikaydı. Ama hala izleyicinin bizi hem dikkatle dinleyip hem de bizimle etkileşime girebileceği “mükemmel mekanı” arıyoruz. Oturmak mı, ayakta durmak mı?
İstanbul’daki dinleyiciler konserinizden sadece tek bir hisle ayrılsalar, bu ne olsun isterdiniz?
Bizi ayıranlardan çok birleştiren şeyler var. Dünya şu sıralar çok üzgün bir yer, gereksiz acılar yaşanıyor. Ama birlikte kutlayabileceğimiz şeyleri yaşatmamız gerek…