Yılsonu hedeflerini tutturma baskısı, satış rakamlarını artırma telaşı, kariyer basamaklarını hızla tırmanma arzusu… Ve bir an önce güce ve unvana ulaşma sabırsızlığı…
Tüm bunlar, günümüz iş dünyasında pek çok yönetici ve iş insanının her gün sırtında taşıdığı ve insanı zamanla kaçınılmaz bir yol ayrımına sürükleyen görünmez yüklerdir.
Her ne pahasına olursa olsun başarılı olmak, güç elde etmek mi? Yoksa doğru yoldan sapmadan, her koşulda ahlaklı kalmayı tercih etmek mi?
Son on beş yılda dünyayı sarsan şirket skandalları bu sorunun cevabını acı bir şekilde gözler önüne seriyor: Sahte bilançolar, yanıltıcı reklamlar, saklanan maliyetler…
Çalışanlarını hiçe sayan yönetim kararları… Piyasa kurallarını hiçe sayarak yapılan keyfi zamlar…
Görünen o ki, insan tercihini çoğunlukla birinci seçenekten yana kullanıyor.
Sosyal medyada sergilenen şatafatlı hayatlara özeniyor; aynı güce, aynı ışıltılı yaşama bir an önce ulaşmak istiyor. Bu arzuların gölgesinde, insanı yalnızca rakamlardan ibaret gören, her ne pahasına olursa olsun kazanmaya odaklanan bir kültür kurumlara hâkim oluyor.
Kendi hedeflerine ulaşmak için başkasının omzuna basanlar, daha fazla kazanmak uğruna gerçeği eğip bükenler…Ekip arkadaşlarını suçlayarak öne çıkmaya çalışanlar, sadece satış yapmak için tutamayacakları sözler verenler… Zayıf görünmemek adına dürüstlüğünden ödün verenler, sıkıştığında vicdan yerine cüzdanını seçenler…
Gerçeği söylemek gerekirse ahlaktan saparak hareket edenler ilk virajı daha hızlı dönüyor. Rakiplerini aşağı çekerek, çevresine içi boş bir güven vererek kısa vadeli başarılar elde ediyor. Ve ne yazık ki, ahlakı aşındırarak kazanılan bu başarılar, doğru kalmaya çalışanları geride bırakıyor. Haksız rekabet büyüyor. “Ne pahasına olursa olsun kazan!” baskısı, dürüstlükten yana tavır almayı, insanı merkeze alan bir yönetim anlayışı sergilemeyi ve cesur olmayı zorlaştırıyor.
Uzun vadeye yayıldığında ise durum tamamen değişiyor. Harvard Business Review’ın 10 yıllık araştırması gösteriyor ki, etik değerlere bağlı şirketlerin hisse değerleri, rakiplerine göre %45 daha fazla büyüyor. Çünkü ahlak güveni besliyor, kaliteli ilişkiler kurmayı sağlıyor ve en nihayetinde kalıcı başarıya giden yolu açıyor. Ahlaktan ödün vermeyen liderler ve kurumlar uzun vadede dört temel alanda avantaj sağlıyor: Ait olma hissi güçleniyor. Müşteriyle kalıcı bağ kuruluyor. Toplumun saygısı kazanılıyor ve kâr marjı artıyor.
“Her ne pahasına olursa olsun kazan” anlayışının faturası, uzun vadede kaybetmeye neden oluyor.
Peki nedir ahlak?
Ahlak, işini en iyi şekilde yapmak için çaba harcamaktır, değer üretmektir.
Sadece başkalarına değil kendine de dürüst olmaktır.
Ahlak, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaktır.
Kötü söz, dedikodu ve iftiradan uzak durmak, olumsuz düşüncelerden zihni korumaktır.
Ahlak hırs, kibir ve öfkenin yerine; dürüstlük, vicdan ve sabrı koyabilmektir.
Nitekim, Atatürk’ün 19 Mayıs’ı gençliğe emanet etmesi, yalnızca bir bayrak devri değil; aynı zamanda bir karakter, bir duruş, bir ahlak mirasıdır. Atatürk şöyle der:
"Türk milletinin müşterek görünen bir hali daha vardır. Bu yüksek ahlâk hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın, millet teşkilinde yeri çok büyüktür, mühimdir… Ahlaklılık diye yaptığımız işler ve yapmaktan sakındığımız işler; kitaplarda yazılı olan nasihatlerden önce gelir. Uygulama, teorinin üzerindedir; teoriye yön verir, onu şekillendirir."
Bu sözler, ahlâkın sadece öğrenilen değil, yaşanarak gösterilen bir değer olduğunu hatırlatır.
Gerçek liderlik, unvanla değil; karakterle, ilkeyle, ahlakla kurulur. Hak yemeden, can yakmadan da başarılı olunabilir.