Hayatın iniş çıkışlarını, beklenmedik dönemeçlerini, yol üzerindeki darbeleri ve yaraları sarsılmaz bir sakinlik ve soğukkanlılıkla karşılayanların; zor zamanlarda dimdik ayakta kalıp, incelikle, dinginlikle adım atanların sırrı nedir?
En ufak bir olumsuz davranışa öfkeyle yanıt verenlerin, küçük bir sorunla karşılaştığında kendine hâkim olamayanların, sıradan bir hayal kırıklığını büyütüp sorun haline getirenlerin bu davranışlarının altında yatan neden nedir?
Bu iki sorunun da yanıtı aynıdır: Bakış açısı…
Gerçekler mutlak değildir; onları nasıl gördüğümüze, hangi pencereden baktığımıza tabidir. Hayat bize ne yaşatırsa yaşatsın, asıl belirleyici olan, bizim ona yüklediğimiz anlamdır. Aynı fırtına, birini kökünden sökerken, diğerinin toprağını güçlendirir. Düşünün… Yöneticisi olduğunuz büyük bir projeyi bitirmeye yaklaşmışsınız ve tam da o sırada ekibinizin en kritik üyesi istifa ediyor. İçinizde bir öfke dalgası mı yükselir? “Nasıl yapar bunu!” diyerek bağırıp çağırmaya mı başlarsınız? Yoksa bir nefes alıp, “Bunda da mutlaka bir hayır vardır” diyerek yaratıcı çözümler bulmaya mı yönelirsiniz?
Yoğun bir günün ardından eve dönüyorsunuz, anlatmak istedikleriniz var ama eşinizin gözleri telefona kilitlenmiş. O an öfkeyle “Hep böyle yapıyorsun!” mu dersiniz? Yoksa bu durumu sağlıklı iletişim için bir fırsat görüp, sakin bir sesle “Bana biraz zaman ayırır mısın?” diye sormayı mı seçersiniz?
Önemli bir müşteri toplantısına dakikalar kala toplantının müşteri tarafından iptal edildiğini ögreniyorsunuz. İçinizden telefonu açıp saygısızlığın hesabını sormak mı geçer? Yoksa karşı tarafı anlamaya çalışıp, nedenleri sorgulayıp yeni bir strateji belirlemenin yollarını mı ararsınız?
Patronunuza yeni bir fikir sunarken bir başka yönetici sürekli sözünüzü kesiyor. İçinizden “Yeter artık!” diye haykırmak mı gelir? Yoksa sabırla dinleyip, “Sözümü bitireyim, sonra sizi dinlemek isterim” diyerek kontrolü elinizde tutmayı mı tercih edersiniz?
Bazen de yan masadan gelen klavye sesi bile öfkeyi tetikleyebilir. “Biraz saygılı ol!” demek kolaydır. Bunun yerine kibarca söylenilen bir söz, umulmadık bir samimiyetin kapısını aralamaya vesile olabilir.
Bu örneklerde belirleyici olan tek şey vardır: Olaylar değil, onlara hangi açıdan baktığımız…
10’a kadar saymak ve benzeri taktikler birer geçici yara bandıdır; asıl hamle, olaylara yüklediğiniz anlamı değiştirerek tetiklenmeyi en baştan engellemektir.
Öfkenin esiri olmamak, hayatın darbeleri karşısında ayakta kalabilmek ve zorlukları fırsata çevirebilmek için önce bakış açımızı dönüştürmemiz gerekir. Peki, bu dönüşüm nasıl gerçekleşir?
- Odağınızı seçin:Işığı sorunun ta kendisine mi, yoksa çözümün ilk kıvılcımına mı tutacaksınız?
- Anlamı şekillendirin:Bu yaşananlar, size ne anlatıyor? Bir engel mi, yoksa yeni bir yola çıkma davetiyesi mi?
- Harekete geçin:Seçtiğiniz bu yeni anlam, sizi nasıl bir eyleme yönlendiriyor?
Mark Twain'in dediği gibi, "Komedi, zamana yayılan trajedidir." Bakış açımızı değiştirmeyi öğrendiğimizde, bugünün çıkmaz sokaklarını, yarının bilge penceresinden görmeye başlarız. O zaman fark ederiz ki, aslında sakin kalmak için kendimizi zorlamamıza gerek yoktur. Sadece neyin gerçekten önemli olduğunu görmeye ihtiyaç vardır.
Öyleyse en temel soruya dönelim: Siz kim olmak istiyorsunuz?
Öfke, yönetilemeyen korkunun, güvensizliğin ve yetersizlik hissinin maskesidir. Bağıran, çağıran, insanları inciten kişi güçlü değil, zayıf olandır. Öfkeli insanlar, kendilerini güvende hissetmediklerinde, yeterli olmadıklarını düşündüklerinde veya yorgun düştüklerinde, bilinçaltlarının tanıdık sığınağına – öfkeye- geri dönerler.
Anlamı sizi güçlü kılacak yönde değiştirdiğinizde, öfkenin yakıtı kurur ve özgürlüğe adim atarsınız.