Her sabah, üzerinde ütüsü tam beyaz gömleği ve elinde kahvesiyle 08:05’te ofis kapısından adımını atıyordu. Kulaklarında kablosuz kulaklık, gözlerinde ise bir yerlere yetişmeye çalışanların tanıdık telaşı vardı. Bir şekilde gülümsüyor, “Günaydın” diyordu insanlara... O gülümseme zoraki idi, içindeki kaygıları gizlemeye çalışıyordu.
Aklında sürekli olarak tutturulması gereken hedefler, kalbinde ise dışarıya yansıtmamaya çalıştığı bir yetersizlik duygusu vardı.
Bir yandan gelen e-postalara göz atıyor, bir yandan az sonra başlayacak müşteri toplantısına hazırlanıyordu. Toplantıda, müşterisinin kim olduğuna ya da neye ihtiyacı olduğuna değil yalnızca ürünü anlatmaya odaklandı. Çünkü ona bu öğretilmişti. “Sistemin doğrusu” buydu. Ancak toplantı iyi geçmedi. Sonra yöneticisinin odasına uğradı. Satış rakamlarını iletti. Kısa bir değerlendirme, memnuniyetsiz bir yüz ifadesi… Günün geri kalanında da tıpkı bir makine gibi çalışmaya devam etti. Emeği görünmedi, sesi duyulmadı. Takdir edilmedi.
Ofisinden çıkıp arabasına doğru yol alırken, yorgunluk ve anksiyeteyle baş başaydı. Tükenmişlik hissediyordu. Eve gelip eşine zor bir gün geçirdiğini anlattı. Eşi bir dizi çözüm önerileriyle ona yârdim etmeye çalıştı. Ancak, eşinin niyetinin iyi olduğunu bilmesine rağmen “Şunu yapmalısın, bunu yapmalısın” sözlerini duydukça daha fazla sıkışıyordu. Çünkü çözümler duymak istemiyordu; iyi hissettirmiyordu.
Bir şeyler eksikti, bir şeyler yerine oturmuyordu. Eşi, müdürü ve müşterisiyle farklı frekanslardaydı. Adeta farklı kanallardan yayın yapıyorlardı.
Danışanlarımdan, kendilerini anlatırken bu ve benzeri hikayeleri çokça dinliyorum. Bu hikâyede olduğu gibi insanın en önemli ihtiyacının bağ kurmak olduğunu unutuyoruz. Bağ kurmak için de aynı kanalda olduğumuzdan emin olmak zorundayız.
Charles Duhigg, Pulitzer ödüllü gazeteci ve Supercommunicators kitabının yazarı, iletişimin üç temel kanal üzerinden kurulduğunu söylüyor:
- Pratik iletişim:Gerçeklere, çözümlere, bilgi alışverişine dayalı konuşmalar.
- Duygusal iletişim:Hislerimizin duyulduğu, anlaşıldığımızı hissettiğimiz diyaloglar.
- Sosyal iletişim:Kabul edildiğimiz, değer gördüğümüz ve aidiyet kurduğumuz sohbetler.
Modern hayat ise bizi genellikle ilk kategoriye hapsediyor. E-posta yazıyor, toplantı yapıyor, görev listesi oluşturuyoruz. Ama kalpten konuşmuyor, gerçekten duymuyor, derinlikli ilişkiler kurmuyoruz.
Danışanımın yaşadığı da tam olarak buydu: Toplantıdan toplantıya koşturuyor, başarılı olmak istiyordu. Ama hiçbir yerde tam anlamıyla “var” değildi. Ne müdürüyle ne eşiyle ne de kendisiyle derin bir bağ kurabiliyordu. Çünkü hayatı sadece pratik iletişimle yürütmeye çalışıyordu. Oysa, duygusal ve sosyal iletişime ihtiyacı vardı.
Anlaşılmak…
Duyulmak…
Var olmak…
Harvard Üniversitesi’nin 75 yıl süren ve yüzlerce kişiyi takip eden araştırması açıkça ortaya koyuyor. Araştırmaya göre, insanın uzun ömürlü ve mutlu olabilmesi için birinci sırada ne servet ne başarı ne de sağlıklı yaşam geliyor. Birinci sırada, kurduğumuz kaliteli ilişkiler var. Yani duygusal bağ kurabildiğimiz, kendimizi güvende ve değerli hissettiğimiz insanlar…
Bağ kurmak, en kısa ifadesiyle, karşındaki kişinin neye önem verdiğini anlamak ve buna önem verdiğini göstermektir. Bunun için de önce aynı frekansta olduğumuzdan emin olmamız gerekir.
Bugün birini gerçekten dinlemeye ayıracağın 5 dakika, senden beklenen sunumdan daha kalıcı bir iz bırakacaktır. Çünkü insanın en derin ihtiyacı anlaşılmak ve gerçekten duyulmak, yani var olmaktır.
Başarı şıktır, ama asıl ışıltısını derin bağlardan ve kaliteli ilişkilerden alır.