Bana “Hayatta en sevdiğin film hangisi?” diye sorsalar, hiç düşünmeden The Shawshank Redemption-Esaretin Bedeli derim.
Stephen King’in kısa hikâyesinden uyarlanan bu film, sadece haksız yere ömür boyu hapse mahkûm edilen bir adamın değil; umudun, inancın ve insan onurunun hikâyesidir.
Filmin kahramanı Andy Dufresne, bir zamanlar büyük başarılara imza atmış, sakin görünümlü bir bankacıdır. Bir sabah kendini suçsuz olduğunu kanıtlayamadan demir parmaklıkların ardında bulur. Shawshank Hapishanesi’nde geçen her gün, insanın dayanma sınırlarını zorlayan bir sınav gibidir. Ancak Andy pes etmez. Hapishanede kitaplara sığınır, mahkûmlara okumayı öğretir, adaletsizliğe karşı direnir.
Kendinden daha büyük bir amaca hizmet etme tutkusuyla hapishanede bir kütüphane kurmayı başarır. Sonunda, sabrını, zekâsını ve inancını kullanarak özgürlüğe ulaşır.
Geçen günlerde bana o filmi anımsatan bir mektup geldi. Bir okurum yazmıştı… Yıllarını cezaevinde geçirmiş ve o yıllar boyunca; her gün kendini geliştirmekten vazgeçmemiş.
Bazen kitaplara sığınarak… Bazen benim yazılarımı okuyarak… Bazen de spor yaparak, sevdiklerini düşünerek, hayal kurarak… Şüpheye yenilmek yerine umuda sarılmış. Kendini büyütmekten, üretmekten hiç vazgeçmemiş. O da hem karanlığın içinde kendi ışığını korumuş hem de öğrendiklerini çevresindekilerle paylaşmış. Yazdığı mektupta anlatıyor: “Sizin yazılarınızı küçük bir kitapçık hâline getirdim. O kitapçık mahkûm arkadaşlar arasında elden ele dolaştı. Her sayfa moral oldu.”
Hapisten çıkınca yapacaklarını bir bir tasarlamış. Yeni bir hayat kuracağına, yeniden doğacağına inanmış. Şimdi de yaşadıklarını anlatıp başkalarına umut olmak istiyor.
Bu okurum, filmin ana karakteri Andy gibi, şüpheye teslim olmak yerine daha parlak bir geleceğin onu beklediğine inanmayı seçti.
Korkularına yenik düşseydi, harekete geçemeyecekti.
Kendini suçlamaya başlasaydı, ayağa kalkamayacaktı.
Ümitsizliğe izin verseydi, asla özgürleşemeyecekti.
İnsan zihni aynı anda hem inanıp hem de şüphe edemez. Hangisi daha baskınsa, kaderin yönünü o belirler. Bir hedefi, bir arzuyu bütün hücrelerinle “olacak” diye hissettiğinde, hayatın görünmeyen mekanizması da devreye girer.
Yıllar önce çok severek okuduğum “İnanmanın Büyüsü” isimli kitabının yazarı Claude Bristol buna “duygusal kesinlik” der; mantığın ötesinde bir emin olma halidir. Bristol, kitabında şüphenin yerine inancı koymak için ne yapmak gerektiğini de şöyle açıklar:
- Tekrarın gücü: Söylediklerimiz, düşündüklerimiz ve hissettiklerimiz tekrarlandıkça, zihnimizin duvarlarına kazınır. Düşünce, alışkanlığa; alışkanlık, gerçeğe dönüşür. Bazen farkında olarak bazen de farkında olmadan her gün içimizden tekrarladıklarımızla inanç şekillenir. Tarih boyunca kitleleri peşinden sürükleyen liderler de fikirlerini insanlara sürekli olarak tekrar ettirerek toplumların inancını inşa etmişlerdir. Korkunç bir örnek olsa da Hitler’in milyonlarca insanı üstünlük fikrine inandırması da bu mekanizmanın karanlık yüzüdür. Aynı güç, doğru ellerde mucizeler yaratır.
- Zihinsel canlandırma: Zihinde oluşan imgeler, bilinçaltını programlar. Başarılı insanlar yolun sonunu o yolu gitmeden önce zihinde canlandırırlar, kendilerini orada görürler. Büyük zafer kazanan komutanlar, bir hamle yapmadan önce o sonucu hayal ederler.
- Duyguyla bütünleşme: Zihin iki katmandan oluşur: Bilinç ve bilinçdışı. Bilinç, mantıkla hareket eder; analiz eder, sorgular ve değerlendirir. Öte yandan bilinçdışı, duyguların egemen olduğu, alışkanlıkların ve inançların kök saldığı alandır. İnanma eylemi de burada gerçekleşir. Bir düşünceye güçlü bir duygu eşlik ettiğinde, zihin onu “gerçek” olarak kabul eder.
“İnanmak başarmanın yarısıdır” derler. Bu söz kulağa klişe gelir; defalarca söylenmiştir.
Hatta bazıları duyunca alay eder. Ancak hayatı başarılarla dolu olanlar bilir:
İnanmak, sadece yeniden başlamanın değil başarmanın da ön koşuludur.
Özgürleşmek, kendini gerçekleştirmek ve insanlığa değer katmak için; şüphe ve korkunun yerine inancı koymanın vaktidir.