Bazı sahneler vardır, yıllar geçse de hafızalardan silinmez. Gerçek hayattan uyarlanan Oscar ödüllü Braveheart filmindeki William Wallace’ın o unutulmaz sahnesi gibi…
İskoç halkı, İngiliz zulmü altında ezilmektedir. Köyler yakılır, halk sindirilir, direnenler cezalandırılır. İngiliz askerleri köylere saldırarak onlara itaat etmeyenleri öldürür, evlerini yakar. Dumanlar göğe yükselirken, halkın öfkesi de artar. Ve o küllerin içinden bir adam çıkar: William Wallace.
Elinde kılıcı, yüzünde savaş boyalarıyla, korkunun hüküm sürdüğü o topraklarda bir kıvılcım yakar. Ve o kıvılcım, direnişin fitilini ateşler.
Filmin finaldeki efsanevi sahnesinde, İngiltere’nin düzenli ordusuyla İskoç direnişçiler büyük bir alanda karşı karşıya gelir. Wallace atının üstünde direnişçilerin karşısına geçer ve onları harekete geçirecek konuşmayı gerçekleştirir. Sonunda tüm gücüyle haykırır:
“Freedom!” Özgürlük!
O an, sadece bir savaş çağrısı değildir; insan ruhunun derinliklerinden yükselen bir çığlıktır.
Özgürlük, insanın en derin arzularından, erdemlerinden biridir. Ancak unutmamak gerekir ki özgürlüğün bir bedeli vardır. Hiçbir zaman altın tepside sunulmaz; emek, direnç bazen yalnızlık bazen de ölümü göze almak demektir.
Korkulara rağmen yürümeyi, kaybetme riskine rağmen denemeyi, belirsizliğin içinde adım atmayı... Kısacası, cesaret etmeyi gerektirir.
Cesaret, sadece savaş meydanlarında değil; ofis koridorlarında, toplantı odalarında, hayatın bizi köşeye sıkıştırdığı anlarda da elzemdir.
Hayatın karanlık tünellerinden geçerken… İş yerinde ekibin seni hayal kırıklığına uğrattığında, mobbing ile karşılaştığında, ihanetle yüzleştiğinde… Hedeflerini tutturamayıp, sorgulayıcı bakışları gördüğünde, işten çıkarılmakla tehdit edildiğinde… Şirketin geleceğinden endişe duyduğunda ya da iflas bayrağını çektiğinde, “dost” bildiklerin menfaatleri için kenara çekildiğinde…
İşte tam o anda, devreye girmelidir cesaret.
Haksızlığa uğradığında susmak değil; onurla dimdik durabilmektir, cesaret. Adaletin eğildiği yerde, kendi doğrularından vazgeçmemektir. İhanet gördüğünde nefretle değil, farkındalıkla büyüyebilmektir. Yalnız kaldığında, kendi iç sesine tutunabilmektir. Çok inandığın bir yolun tıkandığını fark ettiğinde yeni yollar açabilmektir.
Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu savaşları veririz. Bazıları bu savaşlar karşısında pes eder ve kurban rolüne bürünür; diğerleri, korkularına rağmen direnmeye karar verir.
Kimileri, inancını yitirir ve düşer; kimileri ise her defasında yeniden ayağa kalkar.
Kimisi, kendinden vazgeçer; kimisi ise cesaretle yola devam eder.
Aradaki farkı yaratan şey tesadüfi değildir. İnsanı cesur kılan üç temel neden vardır:
- Kendinden daha büyük bir şeye hizmet ettiğinde; bir amaca, bir değere, bir davaya inandığında korku geri çekilir. Çünkü artık kendi çıkarın için değil, anlam için savaşırsın. Wallace gibi kahramanlar cesaretini milletinin özgürlüğü için savaşıyor olmasından alır.
- Etrafında senin vizyonuna ve amacına inanan insanlar olduğunda cesaretin artar. Her kahramanın arkasında, yanında, önünde onunla yürüyen bir ekip vardır. Bir dostun, bir arkadaşın, bir ekip arkadaşının “sana inanıyorum” demesi, harekete geçmenin yakıtı olur.
- Cesaret kendine olan inançtan filizlenir. Bu, kitaplardan okunarak değil; yaşanmış acılardan, deneyimlerden doğar. Her düşüş, her kayıp biraz daha dayanıklı hale getirir. Her kayıp, bir sonraki kayıp için bağışıklığı artırır.
Aristoteles’in söylediği gibi: “Cesaret, tüm erdemlerin ön koşuludur.”
Hayat, korkusuz olanları değil; korkuya rağmen cesaretle yürüyenleri ödüllendirir.