Venedik’teki prömiyerinde tartışma yaratan usta yönetmen Luca Guadagnino’nun filmi ‘After The Hunt’, hakikatin değil algının belirleyici olduğu bir dönemde bir suçlamanın nasıl hızla yargıya ve ardından cezaya dönüştüğünü gösteriyor. Neye ve kime inanmaya meyilli olduğumuzu sorgulayan hikâye, seyircinin eline kolay cevaplar değil, düşünmesi gereken bir alan bırakıyor.
Film bizi dünyanın en prestijli üniversitelerinden biri olan Yale’e götürüyor. Filmde okul unvan ve algının bilgi üreten bir kurum olmanın önüne geçtiği acımasız bir dünya olarak karşımıza çıkıyor. Herkesin çok zeki olduğu, ancak hırsın kimseyi tamamen masum bırakmadığı rekabetçi bir atmosfer var. Dr. Alma Mhof hikâyenin merkezinde. Julia Roberts’ın canlandırdığı karakter ilk bakışta kusursuz bir akademisyen gibi görünür; üstelik çalışma alanı ahlak felsefesi. Derste gerçeğin duyguyla karıştırılmaması gerektiğini anlatırken film de bu düşüncenin izini sürmeye başlıyor.
Kapalı kapılar ardında hesaplar
Alma ile meslektaşı Hank, yıllardır aynı bölümde çalışan, birbirine fazlasıyla alışmış iki akademisyen. Maggie ise Alma’nın öğrencisi; mentörüne hayranlığı ve onaylanma isteği oldukça belirgin. Alma’nın evindeki partide kulak verdiğimiz sohbetlerde kolektif ahlakın gerçekten var olup olmadığı, yeni kuşakların duyarlılık anlayışı, akademide kadınların karşılaştığı görünmez engeller ve kadro sürecindeki güç savaşları gibi konular konuşuluyor. Bu gecenin ardından Maggie, hocası Alma’nın kapısını çalıp Hank’in kendisini rızası olmadan taciz ettiğini söylediğinde, Alma bir yanda güvendiği öğrencisi, diğer yanda arkadaşı arasında kalıyor.
Soruşturma ilerledikçe herkes kendi içine çekiliyor. Hank suçlamaları sert bir dille reddederken, Maggie yaşadıklarını daha büyük bir harekete dönüştürmeye çalışıyor. Üniversitede yayılan dedikodular, kapalı kapılar ardındaki hesaplar ve yükselen baskı Alma’nın zihnini bulandırıyor. Hikâye, “kim haklı?” sorusuna sıkışmak yerine insanların kendi doğrularını nasıl yarattığına odaklanıyor. Maggie genç, hızlı ve ailesinin okula sağladığı finansal destekle kendinden emin; Alma ise yılların emeğiyle bulunduğu konuma gelmiş biri. Aralarındaki gerilim yalnızca suçlamayla değil, dünyaya farklı yerlerden bakmalarıyla da derinleşiyor.

Gri alanların arasında
‘After The Hunt’ bu çatışmayı keskin karşıtlıklar üzerinden kurmuyor; gri alanlarda dolaşıyor. Hiçbir karakter tamamen masum ya da tamamen suçlu değil. Guadagnino, izleyiciyi kolay cevaplara götürmek yerine karakterlerle birlikte belirsizlikte kalmaya davet ediyor. ‘Call Me By Your Name’, ‘Suspiria’, ‘Bones and All’ ve ‘Challengers’ gibi filmlerinden tanıdığımız ritmini burada da sürdüren Guadagnino, ilk sahnedeki metronom sesini yalnızca bir efekt olarak değil, karakterin zihnindeki baskıyı ve zamanın giderek daraldığı hissini somutlaştıran bir araç olarak kullanıyor. Filmin jeneriği de Woody Allen’a bilinçli bir selam niteliğinde. Venedik’teki gösterim sonrası bu tercih sorulduğunda Guadagnino bunun bir “mesaj verme” niyeti taşımadığını; izleyiciye şu soruyu hatırlatma çabası olduğunu söylemişti: Sevdiğimiz bir sanatçının işine nasıl bakıyoruz ve onu değerlendirirken sorumluluğumuz ne? Yönetmenin bu tercihi, filmin suçlama, güç ilişkileri ve ‘cancel culture’ tartışmalarına dahil olma biçimini özetliyor.
Filmin yükünü taşıyan Julia Roberts, öfkeli ve kırılgan Alma’yı büyük bir başarıyla canlandırıyor. Maggie rolündeki Ayo Edebiri, The Bear’deki enerjisinin daha keskin bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor; izleyiciyi sürekli tetikte tutuyor. Andrew Garfield, Hank’in karizmatik ve kaypak doğasını üzerine çok iyi oturtmuş. Alma’nın psikoterapist kocasını canlandıran Michael Stuhlbarg ise sessiz ama kritik varlığıyla adeta Alma’nın iç sesi işlevini görüyor. Chloë Sevigny de üniversitenin psikiyatristi Kim rolünde, makyajıyla neredeyse tanınmayacak kadar farklı. Filmin senaryosu ise Nora Garrett’a ait.