Uçağın kapısı açıldığında yüzünde çocuksu bir mutluluk belirdi. Heyecanlıydı. Mikrofon uzatıldı, nasıl hissettiği soruldu. Ağzından ilk dökülen kelimeler şöyle oldu:
“Aileme kavuştum.”
Sesi titredi. Boğazı düğümlendi. Gözyaşları, yıllarca bastırılmış özlemin tercümanı, kendini ait hissetmeyişin itirafı gibiydi. Orkun Kökçü, verdiği karar ile futbol tarihine geçen en güzel hikâyelerden birinin başrolünü üstlendi. Onunki yalnızca topun peşinden koşan bir çocuğun değil; sevgiyi arayan bir ruhun, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören ve buna başkaldıran, inandıklarından asla vazgeçmeyen ve ait olduğunu hissettiği yere dönen bir insanın hikayesiydi. Hollanda’da, gurbetçi bir ailenin çocuğu olarak arka sokaklarda büyüdü. Başka bir ülkede doğmuştu, ama kalbinde Türkiye ve Beşiktaş vardı. Mahalle arasında top koştururken, bir gün Türk Milli Takımı formasını giymeyi hayal ediyordu. Yeteneği kısa sürede fark edildi. Feyenord altyapısına katıldı. Golleri, oyunu ve lider ruhuyla kaptanlığa kadar yükseldi. Ancak sadece sahada değil, değerleriyle de var olmak istiyordu.
Bir gün, LGBT’ye destek veren kaptanlık pazubandını takması istendi. İnançlarına uymadığı için nazikçe reddetti. Etrafındakiler onu ikna etmeye çalıştığında ise cevabı netti: “İnançlarıma saygı gösterilmesini istiyorum.” Bu bir saldırı değil, kişisel bir duruştu. Ama Hollanda basını ve sosyal medya affetmedi. Etiketlendi, hedef alındı.
Ardından, Hollanda’nın genç milli takımlarında oynamasına rağmen A Milli Takım tercihini Türkiye’den yana kullandı. Bu kez de bu kararı nedeniyle eleştirildi. Yalnız bırakıldı ama yolundan sapmadı. Benfica’ya rekor bir bonservisle transfer oldu. Benfica’da da başarılarına devam etti. Avrupa'nın dev kulüpleri peşindeydi, Benfica onu bırakmak istemiyordu, Suudi Arabistan’dan astronomik teklifler geliyordu. Ancak o, tüm bu teklifleri elinin tersiyle itip çocukluk aşkı Beşiktaş’ı seçti.
Çünkü neye ihtiyacı olduğunu, nasıl mutlu olacağını biliyordu. Bu yüzden karar verirken zorlanmadı. Öte yandan hiç kimse bunu beklemiyordu. Çünkü insanları duygularından arındırılmış, çıkar odaklı birer makine dişlisine indirgeyen endüstriyel sistemin dayattığı davranış biçimi belliydi: Daha çok para, daha büyük kulüp, daha yüksek statü…
Orkun Kökçü kalbinin sesini dinleyerek ezber bozan bir kararla, endüstriyel sisteme vole atmıştı. Kararı, ait olma ve anlam bulma arayışının sahadaki yansımasıydı. Değer gördüğü, kabul edildiği yere dönmek istiyordu. Ve imza töreni… On binlerce Beşiktaş taraftarı törenin yapıldığı stadyumu doldurarak onu bağrına bastı. Gözyaşları, tezahüratlara karıştı. Birçok insanın anlam veremediği o karar, on binlerce kalpte yankı buldu.
İnsanın en temel ihtiyaçları görülmek, duyulmak ve ait olmaktır. Bu sadece futbolcular için değil; kurumlarda çalışan her beyaz yakalı için de geçerlidir.
Bir insanın potansiyelini ortaya koyabilmesi için sadece yetenek yetmez. Kendisini o yapının bir parçası olarak hissetmesi, yaptığı işin anlam taşıdığına inanması ve emeğinin görüldüğünü bilmesi gerekir. İnsanlar şirketlerden değil, kendilerini önemsiz hissettikleri ortamlardan istifa eder.
Araştırmalar da bunu destekliyor: Verimliliği en çok artıran unsur maaş ya da unvan değildir; takdir edilmek, önemsenmek, amacı olan bir kurumun parçası olduğuna inanmaktır.
Fransız yazar ve filozof Albert Camus’nun “Ahlak ve sorumlulukla ilgili bildiğim her şeyi futboldan öğrendim” sözü, Orkun’un hikâyesinde ete kemiğe bürünüyor. Onun bir dizi senaryosu kadar romantik ve ilham verici hikayesi bize şunu hatırlatıyor:
İnsan, değer gördüğü yerde gelişir; sevildiğini ve ait olduğunu hissettiği yerde bulunmak ister. Liderlik ise, insanlara bu alanı yaratabilme sanatıdır.