Küresel krizlere, kıyamet senaryolarına ve ekranı dolduran sonsuz felaket anlatılarına o kadar alıştık ki, insanlığın sonunu hep kanlı ve patlamalı hayal ettik: Çöküş, karmaşa, panik içinde kayıplar. Pandeminin bıraktığı izlerle de her yeni haberde kötü bir ihtimali düşünmeye meyilliyiz. Oysa ‘Pluribus’, en beklemediğimiz yerden vuruyor. Dünyanın bir anda sakinleşmesi, insanların birbirine koşulsuz bir nezaketle yaklaşması ve mutluluğun bir salgın olarak yayılması… Tüm bunların huzur değil, bir tür tehdit olabileceği hiç aklınıza gelir miydi? Gilligan, işte tam bu noktada, sessizliğin de bir felaket biçimi olabileceğini bizlere gösteriyor.
Carol Sturka, geniş bir okur kitlesi olan, romantik-fantezi türünde yazdığı serilerle popüler olmuş bir yazar. Dışarıdan bakınca hayatını yoluna koymuş, başarıyı yakalamış gibi duruyor; imza günlerinde gülümseyen, okurlarıyla poz veren, menajeriyle bitmeyen toplantılara koşan biri. Fakat iç dünyasına bakınca o bambaşka bir yerde. Bir türlü bastıramadığı öfkesi, yıllar içinde katılaşmış bir mutsuzluk ve yazdığı satırlarla kurduğu mesafeli ilişki, onu görünmez bir yalnızlığa sürüklüyor. Yazdıklarını sevmiyor, çevresindeki hayranlarını da içten içe küçümsüyor.
Dünyanın üzerindeki tuhaf değişim de tam bu dönemde başlıyor: Aylar önce uzaydan alınan esrarengiz bir sinyalin çözümlenmesiyle başlayan bilimsel bir merak, kimsenin öngöremediği bir salgına kapı açıyor. Hayır, hep beklenen uzaylı istilası burada da yok ama gelen sinyalin taşıdığı genetik talimatlar, önce deney farelerinde tuhaf bir iyileşme yaratıyor; ardından bu “iyimserlik” halinin insanlar arasında bulaşıcı bir etkiye dönüştüğü ortaya çıkıyor. Bunda ne var ki, ne güzel işte diye düşünebilirsiniz. Düşünsenize “Hayat bayram olsa” şarkısının sözleri bir anda dünyayı kaplıyor. Ama bu salgın kimi etkilemiyor olabilir? Tabii ki Carol’ı.
Carol’ın bağışıklığı onu herkesin tek bir bilinç halinde birleştiği bu kolektif mutluluğun dışında bırakıyor. Kimse tartışmıyor, kimse kızmıyor, herkes aynı sıcak tonda konuşuyor ve gözlerde insana özgü karmaşık duyguların izleri yok. Bu yalnızlık Carol’u ürkütüyor ama aynı zamanda onu istemeden bir sorumluluğun ortasına bırakıyor. Onun da tek dileği dünyanın eski haline dönmesi. Bu güruhun istediği tek şey ise Carol’un aralarına katılması...
YA MUTLULUK ZORUNLU OLURSA?
‘Pluribus’, mutluluğun evrensel bir zorunluluk haline geldiği bir dünyada bireyin neye dönüştüğünü sorguluyor. Dizinin gösterdiği şey basit: İyiliğin bile baskıcı hale gelebileceği ve huzurun bedelinin birey olma özgürlüğü olmaması gerektiği. Carol’ın mutsuzluğu bir eksiklik değil aslına bakarsanız, düşünme ve sorgulama kapasitesinin son işaretlerinden biri. Herkesin ortak bir bilince teslim olduğu bu düzende onun acısı, hala kendisi olabildiğini hatırlatan tek şey.
Gilligan’ın kurduğu evren mutluluğu norm haline getirirken asıl tehlikenin bu tekdüzelikte yattığını vurguluyor. Yapay zekanın kullanım alanlarının genişlediği, her yerde karşınıza çıktığı ve gerçekliğin kafa karıştırıcı olmaya başladığı zamanımızda bu önemli bir vurgu. Gilligan’ın göstermeye çalıştığı gerçek insanlık, rahatsız edici duyguların da var olabildiği alanlarda ortaya çıktığı. Bu yüzden dizideki kolektif iyimserlik neredeyse steril bir laboratuvar ortamından çıkmış gibi. Carol’ın yalnızlığı da bu ortamda anlam kazanıyor çünkü farklı hissetmek artık kişisel bir sorun değil, sistemin kabul edemediği bir duygusal direnç haline geliyor.
KIRILGAN VE RAHATSIZ EDİCİ
Gilligan’ın görsel dili yine tanıdık, X-Files geçmişi de olduğunu hatırlatayım. Hafif tedirgin ton, Breaking Bad ve Better Call Saul’da iyice oturan sade ama baskın bir atmosferle birleşiyor. New Mexico’nun geniş vadileri, kuru toprak renkleri ve uzak dağ çizgileri karakterlerin ruh halini neredeyse sahnenin ortağı haline getiriyor. ‘Pluribus’ ile izleyiciyi mutlu bir dünyanın değil, sorgulayan bir zihnin peşinden gitmeye davet ediyor; Carol’ın bakışı bu yüzden hem kırılgan hem de rahatsız edici bir rehber işlev bizler için. Yapım Apple TV+’ta bugün dördüncü bölümüyle yayında.

“SELAM CAROL!”
Barbie’nin yarattığı kusursuz dünyada karakterlerin birbirlerini gülümseyerek selamlaması ne kadar sempatikse burada da bir o kadar sinir bozucu. Rhea Seehorn, tüm izleyiciler adına bu gerginliği ekrana yansıtıyor. Seehorn’u ‘Better Call Saul’daki Kim Wexler olarak tanıyoruz ve ‘Pluribus’ta yine aynı başarılı oyunculuğu ile karşımıza çıkıyor ve dizinin büyük yükünü, gerilimini omuzlarında taşıyor. Kim Wexler olarak hak edip alamadığı ödüller bu kez onun olacak gibi görünüyor.