Mel Fisher, yıllarını okyanuslara adamış bir maceraperestti. En büyük hayali, 1622 yılında Florida açıklarında fırtınada batan, tonlarca altın, gümüş ve zümrütle dolu Atocha gemisini bulmaktı.
1960’ların sonunda ailesiyle birlikte başladığı bu serüven, insanın inanç sınırlarını zorlayan efsanevi bir başarı hikâyesine dönüştü.
Sabahın ilk ışıklarıyla denize açılan tekneler, dalgıçların insanüstü çabaları, günlerce süren kazılar… Her şey o hayalin izini sürmek içindi.
Ancak okyanus cömert değildi. Birinci yılın sonunda hiçbir iz bulunamadı. İkinci yılda da elde avuçta hiçbir şey yoktu.
Beşinci yıla gelindiğinde sabırlar zorlanıyordu. Üstelik devlet izinleri iptal edilmiş, bu büyük arayışın önüne bürokratik duvarlar örülmüştü. Fisher vazgeçmedi. Dostlarını devreye sokarak, bürokratları ikna etti ve yoluna devam etti.
Tam bu dönemde, hayatının en ağır sınavlarından birini yaşadı. 1975 yılında arama teknelerinden biri gece yarısı fırtına nedeniyle alabora oldu. Daha önce de böyle olaylar yaşanmıştı ancak bu kez durum farklıydı. Teknede Fisher’in oğlu Dirk, oğlunun annesi ve bir dalgıç vardı. O gece üçü de okyanusun karanlık sularında hayatını kaybetti.
Bir başkası olsaydı, bunu “Tanrı’dan ya da evrenden gelen bir işaret” sayar, pes ederdi. Ancak Mel Fisher, ertesi sabah yine denizde, işinin başındaydı. Ekibine her sabah olduğu gibi aynı sözcükleri söyledi:
“Today’s the day!” - “Bugün o gün!”
1985 yılında, inancın zaferi gerçek oldu. Florida açıklarında, denizin yeşil ve mavi renkleri arasında Atocha’nın kalıntıları bulundu. Kumların altından 450 milyon dolar değerindeki altınlar, zümrütler ve mücevherler parıldadı. Fisher, tam 16 yıl sonra, hayalini kurduğu hazineye kavuştu.
Bugün, hayalini kurduğu mevkiye ulaşmak için çalışan yöneticinin; imkânsız gibi görünen bir hedefe yürüyen girişimcinin; sahibi olduğu şirketi büyütmeye çalışan iş insanının Mel Fisher’ın hikâyesinden öğrenmesi gereken şey şudur:
Başarı bir varış noktası değil, bir yoldur. Bu yolda inişler vardır; işte o zorlu anlarda Mel Fisher’ın hikâyesi ilham olmalıdır. Bir insanın hayatının 16 yılını ulaşılması imkânsız görünen bir hayalin peşinde geçirebilmesi için olağanüstü bir inanç sistemine sahip olması gerekir. Bu sistemin sırlarını şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; Fisher, en başından beri hazinenin varlığına şüphe etmeksizin inanıyordu. Birçokları bu hazinenin varlığını reddediyor, onun bu arayışıyla dalga geçiyordu. Fakat o, alay edilmesine ya da yalnız bırakılmasına aldırmadan, hazinenin varlığına olan inancını sürdürüyordu.
İkincisi; o sadece hazinenin orada olduğunu düşünmüyor, onu bulacağına inanıyordu. “Bulabilirim” değil, “bulacağım” diyordu. Bu, kaderle pazarlık değil; kendine ve etrafındakilere verilen bir sözdü.
Üçüncüsü; her şeye rağmen bu yolculuğun bir değeri olduğunu hücrelerinde hissediyordu. On altı yıl boyunca yaşadığı hayal kırıklıkları, bekleyişler ve kayıpların bir nedeni, bir anlamı olduğunu biliyordu; tüm bunların onu geliştirdiğinin ve dönüştürdüğünün farkındaydı.
“Gösterdiğim azmin karşılığını aldım” demişti bir röportajında. “Hayattaki en büyük erdem devamlılık göstermektir. İnsanlar seni aşağı çekmeye çalıştığında ya da kıskandığında onların söyledikleri bir kulağından girip ötekinden çıkmalıdır. Önemli olan, yola devam etmektir.”
Gerçek hazineler, sabırla sınandığımız yılların öte tarafındadır. Sonuçlar geciktikçe, yollar uzadıkça, inanmaya devam edebilmelidir insan. Çünkü hayat, bizi hazineye ulaştırmadan önce, gerçekten inanıp inanmadığımızı test eder.
Tanrı’nın hayalleri geciktirmesi, o hayali reddettiği anlamına gelmez.