J.J. Abrams ve LaToya Morgan imzalı retro suç dizisi Duster, 1970’lerin Amerika’sında geçen çarpıcı bir hikâyeyi Josh Holloway ve Rachel Hilson’ın başrollerinde ekrana taşıyor. Dizinin yaratıcıları ve oyuncuları merakla beklenen yapımı anlattı.
Emmy ödüllü yapımcı, yönetmen ve yazar J.J. Abrams, heyecan verici bir hikayeyle televizyona geri dönüyor. LaToya Morgan’la birlikte yarattığı Max Original dizisi Duster, Lost ile hafızalara kazınan Josh Holloway’la Abrams’ı yeniden bir araya getiriyor. Merakla beklenen dizi, bugün itibarıyla Türkiye’de yayında. Başrolleri paylaşan Josh Holloway, Rachel Hilson ve dizinin senaristi-yapımcısı LaToya Morgan ile yayın öncesinde HAFTA için özel bir röportaj gerçekleştirdik.
JOSH HOLLOWAY JIM: Türkiye’yi çok özledim Ben bir karakterin içsel yolculuğunu izlemeyi seviyorum. Bu tarz meseleleri karakterler üzerinden anlatmak bana iyi geliyor.
Karakterlerin sertliğini aynı zamanda insani ve çok katmanlı tutmayı nasıl başarıyorsunuz?
Oyuncular olarak bizi en çok karmaşık karakterler çekiyor. Belki biraz hasarlı olduğumuz içindir, kim bilir. Ama ben bir karakterin içsel yolculuğunu izlemeyi seviyorum. Kendi hayatımda dışarıdan bakıldığında keyifli, rahat biri gibi görünsem de içimde birçok sorgu taşıyorum; adalet duygusu, cevap arayışı… Bu içsel meseleleri karakterler üzerinden anlatmak bana iyi geliyor. Sonuçta biz çoğu zaman, hayatın karanlık taraflarından ışığa doğru giden hikâyeleri anlatıyoruz. Yoksa sürekli mutlu Buda rahiplerini izlemek biraz sıkıcı olabilir ya da olmayabilir (gülüyor). Ama izleyici olarak bizi esas etkileyen şey bu yolculuklar. Ve ben de onları oynamayı seviyorum.
Bu rol için dublörlük eğitimi aldınız. Bu deneyim Jim karakteriyle olan bağınızı nasıl etkiledi?
Bu eğitim, her gün sete girdiğimde Jim’in ruhuna daha kolay bürünmemi sağladı. Bir oyuncu olarak oynadığınız role dair bir yeteneği gerçekten öğrenmeniz, karakterle bağ kurmanız açısından çok önemli. Stunt sürüşokuluna gitmem, dublör ekibinin bana güvenmesi ve LaToya’y la J.J.’in bu deneyimi yaşamama izin vermesi çok değerliydi. Elbette tüm sürüşleri ben yapmadım. Özellikle araba zıplatmak gibi sahneleri dublörler üstlendi, zaten sigorta açısından da öyle olması gerekiyor. Ama zor bazı sahnelerde gerçekten direksiyonun başında olmak, karakterle fiziksel bağımı çok güçlendirdi.
Türkiye’ye gelmiştiniz, sizi çok sevenler var bir mesajınız olur mu?
Türkiye’yi gerçekten özledim. İstanbul’a bayıldım. Orada harika vakit geçirdim. Kısıtlı vaktim vardı ama yine de bir tarihçi tuttum ve üç saatlik bir özel tur yaptık. O topraklardan geçen tüm uygarlıklar, Roma’dan Osmanlı’ya… Konstantinopolis’ten bugüne uzanan tüm dönemleri hissetmek büyüleyiciydi. Hala çalışma odamda, İstanbul’da bir halıcıyla çay içerek seçtiğim halının üzerinde çalışıyorum. Her gün görüyorum onu.
LATOYA MORGAN SENARİST-YAPIMCI: İçinde kaybolacağınız bir dünya yarattık
İzleyicinin eve gelip keyifle açacağı, içine girip kaybolacağı bir dünya yaratmak istedik. Bu dünyayı kurarken biz de inanılmaz eğlendik.
Dönem dizilerinden doğaüstü yapımlara kadar farklı türlerde çalıştınız. Duster’ı anlatılması gereken hikaye yapan şey neydi?
Şu an dünyamızda Jim ve Nina gibi karakterlere gerçekten ihtiyacımız var. Tamamen zıt gibi görünen bu iki insan, hikâye ilerledikçe aslında birbirlerine ne kadar benzeyebildiklerini fark ediyor. Duster, insanların çok sevdiği 70’ler ve 80’lerin o klasik dizilerine bir gönderme aslında.
Dönem hem siyasi hem de toplumsal olarak çok çalkantılıydı. Anlatırken, nasıl bir denge kurdunuz?
Döneme sadık kalmak istedik. Bu yüzden FBI danışmanlarıyla görüştük. Özellikle 70’lerin sonu ve 80’lerin başında görev yapmış siyah bir kadın ajanla çalışma şansımız oldu. Bütün bu gerçeklikleri karakterlerimizin içine işledik. Amacımız hem otantik olmak hem de dizinin eğlencesini koruyabilmekti.
Nina karakterini yaratırken annenizden ve tanıdığınız güçlü kadınlardan ilham aldığınızı okudum. Kendi hayatınızdan gelen bu anılar bu karaktere nasıl yansıdı?
İlk olarak saçla başladık, çünkü annemin saç modeli Nina’nın kiyle birebir aynıydı. Yapım ekibine göstermek için annemin eski fotoğraflarını getirdim. Ama esas mesele, annemin tanıdığım en dirençli ve en iyimser insan olması. Nina da, tıpkı annemin kurumsal hayata ilk girdiği dönemdeki gibi, çevresinde kendisine benzeyen pek fazla insanın olmadığı bir ortamda güçlü kalmaya çalışıyor. Görevini en iyi şekilde yapmaya odaklanıyor ve bu sayede yükselebileceğine inanıyor. Nina’ya bu azmi, dayanıklılığı ve aynı zamanda kırılganlığı aktarmaya çalıştım.
J.J. Abrams’la çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi?
Onunla çalışmak harika bir deneyim oldu. Bence çoğu insan onu yönetmen olarak tanıyor ama aynı zamanda müthiş bir yazar. Yazarlık tarafı inanılmaz güçlü ve üretken biri. Getirdiğim fikirleri, hikâyeleri çok sevdi ve onları dizinin içine dahil etmekte hiç tereddüt etmedi. Aramızda çok güzel bir karşılıklı saygı var ve birbirimizi güldürmeyi çok seviyoruz. Aslında dizide Nina ve Jim’in karşılaştığı birçok çılgın karakteri oturup birlikte hayal ettik.
RACHEL HILSON NINA: Bu, katmanlı bir mücadele
Güçlü, kararlı görünen birinin içinde ne tür kırılganlıklar geçmiş izler olduğunu keşfetmek bana çok çekici geliyor.
Daha önce canlandırdığınız karakterler hep zeki, inatçı ve lafını esirgemeyen tiplerdi. Duster’da da Jim ve Nina benzer bir enerjiye sahip…
Evet, tam olarak bu yüzden bu role ilgi duydum diyebilirim. Çünkü güçlü, kararlı görünen birinin içinde ne tür kırılganlıklar, geçmiş izler olduğunu keşfetmek bana çok çekici geliyor. Bu tarz karakterler, yaşadıkları şeylerle şekillenmiş oluyorlar ve bunu göstermek heyecan verici.
Nina hem sistemin bir parçası hem de ona karşı duran biri. Bu çelişkiyi canlandırmak sizin için ne gibi bir oyunculuk zorluğu yarattı?
Çok iyi bir soru. 1972 yılında, siyahi bir kadın olarak, tarihi boyunca kendi toplumunu hedef almış bir kurumun içine giriyor. Bu başlı başına çok katmanlı bir mücadele demek. Neden orada olduğunu kendine sık sık hatırlatması gerekiyor: Adalet arayışı, bir anlamda intikam ve ailesine duyduğu saygı… Ama tüm bunları yaparken aynı zamanda ne kadar güçlü biri olduğunu da ortaya koyuyor. Bu, dışarıya bir şey kanıtlama çabası değil ama varlığıyla zaten bir duruş sergiliyor. Bu da bence çok etkileyici.