Çocukluğumda fark ettiğim gerçeklerden biri... Hem de tavla oynarken...
Başta herkes eşittir. Zarlar adildir. Rakibin de senin kadar biliyordur oyunu.
Başlarsın oynamaya. Her hamlede biraz daha açılırsın. Zarlar istediğin gibi geldikçe özgüvenin artar. Pulları kaydırırsın. Birinci oyunu kazanırsın. Sonra bir oyun daha. Karşındaki morali bozulmuş, sen ise hızını almışsındır. Bir de “mars” yaparsın, 4-0 öne geçmişsindir.
Ve işte tam o anda, içinden bir ses yükselir: “Ben en büyüğüm. Beni kimse yenemez bu oyunda.”
Artık sadece oynamıyorsundur; sahne senindir. Zarları atarken gülümsersin. Rakibini küçümser, onun hamlesini hafife alırsın. Öyle ki rakibine de bunu hissettirirsin.
Ve tam o anda işler değişir. Zafer sarhoşluğu yerini şüpheye bırakır. Zarlar seni dinlemez olur. Altı beklersin, iki gelir. İki istersin, dört gelir ve rakibin oyunları kazanmaya başlar. Sonunda bir bakarsın ki 5-4 mağlupsun.
O yenilginin sebebini “şanssızlık” sanırsın önce, ancak sonradan anlarsın ki gerçek başkadır.
Kibirdir kaybettiren… Üstünüm zannettiğin anda altüst olmuşsundur.
Kibir, en basit hâliyle, insanın kendini başkalarından üstün görmesidir. Ama aslında çok daha derinlerde, eski yaraların üstüne çekilmiş bir perde gibidir. Yüzleşilmemiş çocukluk travmalarının, değersizlik duygusunun, yetersizlik korkusunun sahte bir özgüvenle makyajlanmış hâlidir. Farkındalık eksikliğiyle, empati yoksunluğuyla, içi boş bir benlik algısıyla beslenir.
Shakespeare der ki: “Tüm dünya bir oyun sahnesidir.” Bu sahnede bazı insanlar yalnızca kendi repliğini önemser.
Altındaki çalışanlara mobbing uygulayarak güç kazandığını sanan yöneticiler…
Güç zehirlenmesine yakalanan patronlar…
Eleştiriden korkup sadece alkışla yaşayan egolar…
Cümleye “Ben” ile başlayıp “Ben” ile bitirenler…
Geçmişteki başarılarıyla herkese yukarıdan bakanlar…
Hepsi kibir tuzağının içinde döner durur.
Kurumları, organizasyonları başarıya da felakete de aynı kişi götürür. Bu kişi kurumun başında olan liderdir. Ve lider için en büyük tehlikelerden birisi kendi egosuna yenilmesidir. Başarısının cazibesine kapılıp kibre kapılmaya başladığında lider olmaktan çıkar. Başkalarına ilham ve güven veremeyen bir yöneticiye dönüşür.
Nobel ödüllü bilim insanı Daniel Kahneman şöyle der: “Eğer insanların zihinsel yapısında tek bir şeyi değiştirecek sihirli bir değneğim olsaydı, üstünlük yanılgısını ortadan kaldırmak isterdim.”
Çünkü insan zaman zaman bu yanılgıya düşer. Kibir; yeniliğe, değişime, gelişime karşı kör eder. Çevredeki insanlarla güven ilişkisi kurmanın önündeki en büyük engeldir. Tüm kutsal kitaplarda yasaklanmasının sebebi de budur. Kibirli olan insanın Tanrı’yla güven ilişkisi kurması imkânsızdır.
İste bu yüzden hayat, bu yanılgıyı kendi yöntemleriyle cezalandırır.
Hayatın terazisi hassastır; ne kadar yukarı çıkarırsa, bir o kadar da hızla indirebilir. Kibirle çıkılan o merdiven hiç beklemedik anda altından çekilir. Sen hâlâ yukarıda olduğunu sanırken, çoktan yere çakılmışsındır. Ta ki hatanı anlayana kadar…
O yüzden güçlü yönlerinin farkında olmalı insan ancak o güçlü yönlerin, kendini kimseye üstün kılmadığını bilmelidir.
Yolun sonunda şu sorular kalır geriye:
Kaç kişinin yolunu açtın?
Kaç insanın kalbine dokundun?
Kaç kişiye “Sen de yapabilirsin” dedin?
Çünkü bir gün alkışlar diner, ışıklar söner, sahne boşalır. Geriye sadece kalplerde bırakılan iz kalır.
Ne kadar çok bildiğin ne kadar servetin olduğu değil, kaç kişiyi cesaretlendirdiğin, kaç kişinin hayatına değer kattığındır önemli olan… Gerçek liderlik, kibirle hükmetmekle değil; yanındakileri büyütmekle ölçülür.