İki yıl önce, Cumhuriyet tarihinin en yıkıcı depremiyle sarsıldık. On binlerce canımızı kaybettik, şehirlerimiz harap oldu. O günlerde kendimize sözler verdik:
“Artık her anın kıymetini bileceğim. Hayatımı daha anlamlı yaşayacağım. Kimseyi kırmayacağım, ilişkilerimi daha sağlam temeller üzerine kuracağım." Sonra mı? Yeniden hayatın karmaşasına kaptırdık kendimizi. Yoğun iş temposuna, toplantılara, hedeflere gömüldük. Olan biteni unutmaya, yaşananları geride bırakmaya çalıştık. Bir süre sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladık.
Ta ki geçen hafta İstanbul beşik gibi sallanana kadar. Bir kez daha hatırladık:
Hayatın bizim kontrolümüzde olmadığını… Yerin ayaklarımızın altından bir anda çekilebileceğini… Yıllarca inşa ettiğimiz her şeyin -emek verdiğimiz kariyerlerimizin, şirketlerimizin, hayallerimizin- bir anda anlamsızlaşabileceğini…
Bazılarımız bu gerçekle yüzleşmemek için şehri terk etti. Kalanlar ise, hayatın zaten ağır olan yüküne bir de deprem korkusunu eklememek için unutmaya çalıştı.
Artık yüzleşmemiz gerekiyor ki deprem, bu toprakların kaçınılmaz bir parçası. Karar vermemiz gereken şu: Korkuya teslim mi olacağız, yoksa bu gerçeği bir dönüşüm fırsatına mı çevireceğiz?
Sarsıldık, evet. Ama aynı zamanda uyanmak için bir şans daha yakaladık. Öyleyse,
- Geçmişte takılıp kalmak yerine şimdiyi yaşamalı, geleceği akılcı bir şekilde planlamalıyız. Yitirdiklerimize değil, elimizdekilere odaklanmalıyız. Deprem gerçeğini bir an önce kabullenip, olası felaketler için kendimizi, etrafımızı, binalarımızı hazırlamalıyız.
- “Ben” demeyi bırakıp “Biz” demeliyiz. Duygusal zorluk yaşayanları dinlemeli, yardıma ihtiyacı olanlara el vermeliyiz. Birlik olup omuz omuza vererek daha fazla üretmeli, daha fazla değer katmalıyız.
- Kaygıyı büyüten dedikodulara değil, kontrolümüzde olanlara odaklanmalıyız.
Çünkü korku da umut da bulaşıcıdır. Aklımızı ve duygularımızı yönetmek bizim elimizde. Karanlık senaryolar yerine, öğrenilmesi gereken derslere ve geleceğe taşıyabileceğimiz umuda sarılmalıyız.
- Paraya, makama ya da güce değil; insana yatırım yapmalıyız. Çünkü hayatı anlamlı kılan, daha fazlasını almak değil, daha çok verebilmektir. Deprem gibi felaketler bize hatırlatır ki, hiçbir güç duygusu insanı güvende hissettiremez. Sarsılan güvenin yerini doldurabilecek olan insanlarla kurduğumuz bağdır.
Psikologlar deprem gibi felaketler sonrası aklımızı ve duygularımızı kontrol edebilirsek olumlu yönde gelişimin olabileceğini belirtiyor. İnsanlara daha merhametli ve anlayışlı davranacağımızı, köklü değişimlere cesaretle yaklaşabileceğimizi, hayatın zorluklarıyla daha iyi başa çıkabileceğimizi, hayatta olup bitenlere daha fazla şükredeceğimizi, ruhani olarak derinleşebileceğimizi söylüyor.
Psikolog ve yazar Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi: “Ölümün saati yok. Yanınızdaki insana değer verin; incitmeyin onu. Durup durup sevdiğinizi söyleyin, yüreğini ısıtın. Küçük bir anlaşmazlıkta vazgeçmeyin, gözyaşına yol açmayın. Çünkü ölümün saati yok.”
Öyleyse şimdi, kutuplaşmayı bir kenara bırakıp duygusal bağlar kurmanın zamanıdır. Bizden, sizden demeden; duygusal ve maddi destek vermenin zamanıdır.
Yıkılmak yerine ayağa kalkmanın; karamsarlığa kapılmak yerine umuda yelken açmanın zamanıdır.
Yöneticilerin, ekiplerindeki çalışanları dinlemesinin; patronların ihtiyaç sahiplerine dokunmasının zamanıdır.
Üzüntüye gömülüp evlere kapanmak yerine değer üretmek zamanıdır.
Cesaretle yola devam etme, daha sağlam temeller inşa etme zamanıdır.
Korku ve panik yerine, dayanışmanın zamanıdır. Çünkü dayanışma, her zaman zorluklardan, sıkıntılardan filizlenir.