Uzakdoğu’da bir tapınakta genç bir keşiş yaşarmış. Her sabah gün doğmadan uyanır, bahçeyi süpürür, ardından gelen ziyaretçilerle sohbet edermiş. Öğleden sonra ustasının verdiği işleri yapar, akşam da sessizce odasına çekilirmiş. Bütün bunları yaparken hep telaş içindeymiş. Bir işi bitirmeden öbürüne koşar, ustasının gözüne girmek için durmadan çabalarmış.
Kendisine bir soru sorulduğunda karşısındaki sorusunu bitirmeden yanıt verir, koşarak yapması gereken işleri bir bir yerine getirirmiş. Cevaplar hazır, düşünceler aceleci, eller her daim meşgulmüş. Ustası bir gün yanına sokulmuş, derin bir sessizlik içinde şu soruyu sormuş:
“Delikanlı, kalbin nerede?”
Genç keşiş afallamış. Elini göğsüne götürmüş, kalbini işaret etmiş.
Usta başını sallayıp bambu çubuğuyla yere bir karakter çizmiş:
“Bu ‘meşgul’ anlamına gelen ‘Mang’ karakteridir. Sol tarafı ‘kalp’, sağ tarafı ise ‘yok olmak’ anlamına gelir. Yani meşgul olmak, kalbi yavaş yavaş öldürmektir. İnsan çok meşgul olduğunda artık kalbinin sesini duyamaz hale gelir.”
Bu hikâyeyi ilk duyduğumda durup düşündüm. Bir sabahı hatırladım mesela… Elimde telefon, kulağımda kulaklık, önümde kahve. Bir gözüm takvimde, öbüründe yapılacaklar listesi. Yetişilecek işler, verilecek yanıtlar, kaçırılmaması gereken fırsatlar… Meşgul olduğum anları hatırladım. Ama belki de en kötüsü, meşgul olduğumla gurur duyuyordum. Sanki hayatın amacı, hiç durmadan bir şeylerle uğraşmakmış gibi. Fransız filozof Blaise Pascal, dünyadaki bütün problemlerin, insanın bir odada sessizce oturamamasından kaynaklandığını söyler.
İtiraf etmeliyim ki ben de bir odada, yalnızca kendimle baş başa kalabilen biri hiç olamadım. Hep bir hareket, bir hedef, bir koşuşturma içinde yaşadım. Varacağım bir yer, ulaşmam gereken bir kişi, bitirmem gereken bir iş hep vardı. Tatillerde bile kafamda yazılacak yazılar, kurulacak bağlantılar, yapılacak projeler dolaşırdı.
Çalışmadığımda ya da verimli hissetmediğimde içimde garip bir huzursuzluk belirirdi. Kumlara uzanıp tembellik etmeyi, battaniyenin altında miskinliği kendime hiç yakıştıramadım. İçimde bir suçluluk baş gösterirdi. Sanki hayat, kontrolümden çıkacakmış gibi hissederdim. Vicdan azabı, bir alarm gibi devreye girerdi.
Eskiden durum daha da beterdi. İnsanlar “Nasılsın?” diye sorduğunda “Çalışıyorum” ya da “Çok meşgulüm” derdim ve bundan gizli bir gurur duyardım. Sürekli bir işle meşgul olmak, birden fazla şeyi aynı anda yürütmek, günde yalnızca beş saat uyumak... Övündüğüm şeylerdi bunlar. Çünkü günümüz dünyası hep daha fazlasını istiyor, ben de hep bir üretim, hep bir hareket peşinde koşuyordum. Boş kaldığımda eksik hissediyordum kendimi.
Yıllarca bu tempoda yaşadım. Ta ki bedenim “dur” diyene kadar… Elbet bir bedeli olacaktı bu hızın. Anksiyete başladı. Ardından çeşitli sağlık sorunları belirdi. Ve nihayetinde, düşen iş performansım, bozulan ilişkilerim, artan öfkemle yüzleşmek zorunda kaldım.
O günlerde değişmem gerektiğini fark ettim. Fonksiyonel tıp konusunda uzman bir doktorla tanıştım. Bana söylediği cümleyi hâlâ hatırlıyorum: “Belki de vücudun, senin yavaşlamanı istediği için hastalanıyorsundur.”
O zaman anladım ki hayat finaldeki kazanımlardan ibaret değildir. Hayatı anlamlı kılan sonuçlar değil, yoldaki güzelliklerin farkına varmaktır. Bunun için de yavaşlamak gerekir.
Kaliteli bir hayat yaşamak, performansı sürdürülebilir kılmak, sağlıklı ve anlamlı bir yaşam kurmanın yolu da budur zaten… Zamanı geldiğinde yavaşlamayı, dingin olmayı, dinlenmeyi bilmek.
Tıpkı yokuş aşağı giden arabada sürücünün gaz pedalından ayağını çekmesi gibi… Keskin nişancının atış öncesi hedefe kitlenmesi gibi… Başarılı bir sporcunun yarış öncesi derin nefes egzersizleri yapması gibi…
Daha iyi bir lider olmak, hayatı anlamlandırmak, kendinize, etrafınızdakilere değer katmak için yavaşlamayı deneyin. Belki de en çok ihtiyaç duyduğunuz şey, tam da budur.