İş hayatına yeni başladığım yıllardı. Kartvizitimdeki unvanın bana biraz büyük geldiği zamanlar… İnsan, kariyerinin başında hem heveslidir hem kırılgan; en ufak söz bile derin iz bırakır ya… İşte tam öyle bir dönem.
Bir sabah, yöneticimiz ofise hızlı adımlarla girdi. Ne olduğunu anlamadan hepimizi toplantı odasında topladı. İlk kez böyle bir sahneye tanık oluyordum. On beş kişilik ekibin karşısında bir anda bağırmaya başladı:
“Artık bu hataları kabul etmeyeceğim!”
“Daha fazla disiplin istiyorum!”
“Herkes kendine çeki düzen versin!”
Sözleri odanın içinde yankılanıyor adeta duvara çarpıp geri geliyordu. İş hayatına yeni adım atmış biri olarak donup kalmıştım. Herkes göz ucuyla birbirine bakıyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu.
“Ne oldu?” “Kim, nerede hata yaptı?”
Yaklaşık otuz dakika süren bu öfke patlamasının sonunda toplantı bitti. Kapı kapanır kapanmaz fısıltılar yükseldi:
“Bu şekilde nasıl çalışacağız?”
“Şimdi ne olacak? Birileri işini mi kaybedecek?”
İlk kez bir liderin öfkesine tanık oluyordum. Şunu çok net hissetmiş ve gözlemlemiştim:
Bağırmak, disiplin yaratmak bir yana; tam tersine, güvensizlik ve korku yaratıyordu. İnsanlar hata yapmaktan korkuyor, sorumluluk almaktan çekiniyordu.
Sessizlik, ürkeklik ve şüphe; yaratıcılığın ve cesaretin yerini almıştı. Tüm bunlar performansa olumsuz olarak yansıyordu.
Yıllar geçtikçe anladım ki, bu sadece benim hikâyem değildi; öfkesine hâkim olamayan liderler iş dünyasının bir gerçeğiydi. Benzer hikâyeleri yıllardır mentorluk yaptığım birçok beyaz yakalıdan ve etrafımdaki dostlarımdan defalarca dinledim.
Peki bu yöneticiler, öfke patlamalarının ekipte güven ve performans erozyonuna yol açtığını neden göremez?
Yapılan araştırmalar öfkesini dizginleyemeyen, kafası kızdığında gözü hiçbir şeyi görmeyen, pire için yorgan yakan yöneticilerin iş yerindeki güven eksikliği ve performans düşüklüğünün en önemli nedenlerinden biri olduğunu gösteriyor.
Öfkenin temelinde derin bir psikolojik mekanizma vardır. Bir lideri öfkeye iten iki ana ihtiyaç şöyledir:
- Kendini önemli hissetme ihtiyacı
Lider; bağırdığında, öfkelendiğinde aslında “ben buradayım ve önemliyim” demek, bunu ekibe hissettirmek ister. Ses tonunu yükselttikçe gücünü artırdığına inanır.
- Kontrolü yeniden ele geçirme arzusu
Belirsizlik arttıkça, hatalar çoğaldıkça lider kontrolün elinden kaydığını düşünür.
Öfke, kontrolü geri aldığını zannettiği bir araç haline gelir.
Ancak bu iki refleks, liderin otoritesini güçlendirmek yerine zayıflatır; ekibi ise yavaş yavaş ondan duygusal olarak uzaklaştırır.
O hâlde ister istemez şu temel soruya dönüyoruz: Öfkeyi ne iyileştirir?
Öfkenin panzehiri şükretmektir. Öfke, zihnin “eksik olana” büyüteç tutmasıdır; şükür ise “elde olana” ışık yakmaktır.
İnsan aynı anda hem öfkeli olup hem de şükredemez. Birini seçtiğiniz anda diğeri sessizce yok olup gider.
Öfkeyi şükre dönüştürmek bir refleks değil, bilinçli bir süreçtir. Bu sürecin beş temel adımı vardır:
- Öfke duygusunun varlığını kabul etmek,
- Öfkeyi tetikleyen durumu veya davranışı fark etmek,
- Nefes alarak, meditasyon yaparak ya da bir deftere duyguları yazarak zihni sakinleştirmek,
- Bilinçli bir tercihle eksik olana değil de var olana odaklanmak,
- Şükretmek; takdir etmek, teşekkür etmek.
Zihin ilk üç aşamayı gerçekleştirirse bakış açısı da değişir. Eksiklere değil, elde olana odaklanmak kolaylaşır.
Nelson Mandela “Öfke zehir içmek ve sonrasında düşmanınızın bu zehirle öleceğini ummak gibidir” sözüyle öfkeyi yönetememenin zehir içmekle eş değer olduğunu müthiş bir şekilde anlatır.
Dikkat ve enerji nereye akarsa orası büyür. Hayatında öfkeye değil, şükretmeye yer açan lider kazanır.