Radyo dünyasından gelen biri olarak ses sizin için hep bir anlatı aracıydı. Ama bu kez ses sadece bir araç değil, hikayenin kendisi. ‘Duyulan Şehirler’de ilk kez sizi gerçekten şaşırtan ya da duygulandıran bir ses oldu mu?
Bu proje bana aslında yeni bir ses değil, kendimi başka bir derinlikte duymayı öğretti. Çünkü ben zaten günlük hayatımda da, sahnede de o sesleri -kapı gıcırtısını, kahkahayı, fren sesini- bir anlatı unsuru olarak kullanırım. Ama bu kez fark ettim ki, ben sesleri değil, duyguları topluyormuşum. Her ses, içimdeki bir duygunun yerini işaret ediyor; bir nevi kendi duygusal haritam gibi. Ve bunu kolektif olarak nasıl hissettiğimizi yansıtmak inanılmaz bir hafıza kaydı.
Artvin’de gürül gürül akan Çoruh Nehri’nin yorulmayan gücüne şaşırmıştım. Ya da Kastamonu’da, Horma Kanyonu’nda kilometrelerce yürürken seslerin akustiğin içinde birbirine karışıp akmasına…
Bir şehri sesiyle anlatmak aslında o şehrin kimliğini yeniden kurmak anlamına geliyor. Siz bir şehirde sesleri toplarken, hangi anda “Şimdi bu şehri duydum” diyorsunuz?
Bir şehir ve ses, aslında biraz da duygusal ritminizin oluşturduğu algıyla bağlantılı. Bu iş için yola çıkarken heyecanlıydım; bu heyecan da reseptörlerimin daha açık olmasını beraberinde getirdi. Editöryel kısmın dışında geniş bir doğaçlama alanı vardı. Bu da şu demek: Şehrin üstünde bir kuş gibi her açıdan bakmaya başlıyorsunuz. Yönetmenim Fatih Ahmet Kaya, bu görsel bütünü projeye öyle bir dengeyle yerleştirdi ki, geriye derin bir dinleme anı kaldı. “Tamam, şimdi şehri duyuyorum” dediğim an; şehrin özel noktalarında boom mikrofonla yalın biçimde, sadece içinde olduğum her ândır. Bir ben, bir de şehrin tüm sesleri… Aramızda başka hiç kimse yer almıyor. O başbaşalığın verdiği “seni duyuyorum” gücü tarifsiz.
Topladığınız ham sesler sonunda şarkıya dönüşüyor. Bu dönüşüm sürecinde sizi en çok etkileyen an neydi?
‘Duyulan Şehirler’in ilk sezonu on bölümden oluşuyor. Bu da on farklı prodüktör, DJ ya da aranjör demek. Her biri çok kıymetli isimler, yaptıkları işte imzalarını hemen tanıyabiliyorsunuz. Şarkılarda, reklam müziklerinde ya da bir orkestrasyonda direkt “bunu kesin o yapmıştır” dediğimiz isimler: Erkan Ciğit, Erkin Arslan, Volga Tamöz, Ezgi Yelen, Uğur Ateş, Cenk Çelebioğlu, Selami Bilgiç, Gürsel Çelik, Tarık İster ve Okay Barış… Beni en çok etkileyen an, o ham sesleri bu özel isimlerin kendi sanatlarıyla birleştirmeleriydi. Her biri sürprizliydi. Şimdi ikinci sezonun isimleri için aynı heyecanı taşıyoruz.
Her şehrin kendine ait bir temposu var. Edirne’de ya da Balıkesir’de duyduğunuz o ritim sizde nasıl bir duyguya dönüştü?
Edirne’de sesler ağır ağır yürür; sanki zamanı kimse aceleye getirmez. Sonra bir anda oynak bir hâl alır. Balıkesir’deyse rüzgâr bile daha neşeli eser. İkisinde de ortak bir his kaldı bende: Huzurlu bir yorgunluk. Çünkü her şehirde ritim değişse de, duyduğum şey hep aynıydı; hayatın kendi nabzı.
Türkiye’nin duygusal haritası seslerle çizildiğinde, renkleri çok zengin bir tablo çıkıyor ortaya. Sizce ‘Duyulan Şehirler’, bu tablonun hangi duygularını gösteriyor bize?
‘Duyulan Şehirler’ bence o tablonun duygusal geçişlerini gösteriyor sadece renklerini değil, tonlarını da. Bir şehirde özlem griyse, diğerinde umut sarıya çalıyor. Sesler birbirine karıştıkça aslında Türkiye’nin ortak duygusu çıkıyor ortaya: Dayanıklılık. Bazen gürültülü, bazen yumuşak ama hep canlı. Çünkü bu ülke biraz da öyle; her duygusuyla aynı anda konuşan bir yer.