Gözlerden uzak bir tatil zamanı gelmişti. Hem dinlenmek hem de keyifli vakit geçirmek için Malta’yı seçtim. Havalimanından otele geçtiğimde ilk karşıma çıkan manzara, otelin bahçesinden görünen o büyüleyici denizdi. Akdeniz’in masmavi suları ufukta gökyüzüyle buluşuyor, güneş ışıkları dalgaların üzerinde gümüş gibi parlıyordu. Böyle bir manzara insanın içini ferahlatıyor, tatilin güzel geçeceğine dair umut veriyordu. O an içimden “İşte aradığım huzur tam da burada” diye geçirdim.
Ne yazık ki bu huzur fazla uzun sürmedi. Çünkü birkaç dakika sonra otelin ön bürosuna vardığımda bambaşka bir tabloyla karşılaştım. Çalışanların yüzünde en ufak bir tebessüm yoktu. Sorduğum her soruya soğuk, olumsuz yanıtlar aldım. En basit ricamda bile isteksizlik, bıkkınlık, yılgınlık seziliyordu.
Beş yıldızlı kurumsal bir otelde misafir, güler yüzle karşılanmayı, kendini özel hissettiren bir hizmetle ağırlanmayı bekler. Ama durum farklıydı.
Oysa bu insanlar işe ilk adımlarını attıklarında mutlaka heyecan taşıyorlardı. Belki de yaptıkları iş için tutkuluydular. Misafirleri en iyi şekilde karşılamak için canla başla çalışıyor, işlerini sahipleniyor, insanları mutlu ederek kendileri de mutlu oluyorlardı.
Görünen o ki zamanla bu heyecan solmuş, yerini yorgunluğa ve isteksizliğe bırakmıştı. Çalışmaya devam ediyorlardı ama artık değer katmıyor, yalnızca asgari çabayı gösteriyorlardı. Fiziken oradaydılar, fakat ruhen çoktan tükenmişlerdi.
Bugün bu olguya bir isim veriliyor: Sessiz istifa.
İnsanların işlerinden ayrılmadan, yalnızca asgari görevlerini yerine getirerek ruhen yaptıkları işten uzaklaşmaları… Bunu anlamak için büyük analizlere gerek yok; çalışanların yüzlerine bakmanız, verilen cevapların tonunu duymanız, yapılan işin ruhunu hissetmeniz yeterlidir.
Yapılan araştırmalar, birçok kurumda sessiz istifaların giderek arttığını ve ardındaki nedenleri net bir şekilde ortaya koyuyor. Çalışanlar tükenmişlik sendromunun ağırlığını omuzlarında hissediyor. Bir sabah uyanıyorlar ve işe gitmek istemiyorlar; çünkü enerjileri çoktan tükenmiş. İş yerinde maruz kaldıkları mobbing, emeklerinin karşılığını görememek, içlerinde derin bir kırgınlık yaratıyor. Hak ettikleri değeri ve takdiri görmediklerinde, yavaş yavaş içlerindeki ışık sönüyor. En önemlisi, yaptıkları iş artık onlara haz vermiyor. Böyle olunca sadece görevlerini yapıyor, ama gönüllerini işlerine katmıyorlar.
Tüm bu nedenlerin ardında tek bir gerçek vardır: İnsanı unutan liderlik anlayışı.
Nice yönetici tanıyorum; suçu hep çalışanlarda arayan, kendi eksikliklerini görmeyen, etrafına güven vermeyen, hataları bağırarak çözeceğini sanan… Böyle yönetilen kurumlarda çalışanların enerjisi yok olur, heyecanı kaybolur, kurumun ışığı da zamanla söner.
Machiavelli’nin dediği gibi: “Bir liderin kalitesini anlamanın en kestirme yolu, etrafındaki insanlara bakmaktır.” Gerçek lider çevresindekileri küçültmez, büyütür. İnsanların enerjisini tüketmez, onlara güç verir. Çalışanının emeğini takdir eden, değer veren, sesini duyan lider; yalnızca hedefleri değil, kurumun ruhunu da büyütür.
Sessiz istifaların önüne geçebilmenin tek yolu, işini iyi yapan liderdir. Çünkü insanlar işlerinden değil, kötü yöneticilerden yorulurlar. Tükenmişlik sendromunun nedeni açık, direkt, dürüst iletişim kuramayan yöneticilerdir. Otelde çalışanların yüzünün gülmemesi, otele gelen misafire, müşteri gibi davranması bu yüzdendir.
Her kurum liderinin karakterini yansıtır. Liderin etrafındaki kişileri daha kaliteli hale getirmesinin ilk şartı insan olmak ve etrafındakilere hak ettikleri değeri vermektir.
Aslolan hedefler değil, o hedeflere birlikte yürüdüğünüz insanlardır.