Geçenlerde danışanlarımdan biri odama girdiğinde yüzündeki gerginlik daha konuşmadan her şeyi anlatıyordu. Sandalyeye oturdu, derin bir nefes aldı ve sesi titreyerek, “Sanırım ben tembel birisiyim” dedi. Belli ki bunu söylemek onun için hiç kolay değildi. Uzun süre suskun kaldı, sonra içindekileri dökmeye başladı. Google’da çalışan bu başarılı yönetici, çevresindeki insanların günde 14-16 saat çalıştığını; kendisinin de aynı tempoyu sürdürmek istediğini ama artık başaramadığını anlattı. “Yetersiz görünmek istemiyorum” dedi. Sesinde hem korku hem de tükenmişlik vardı. Eskiden bu maratonu kolayca koştuğunu, hatta bununla gurur duyduğunu; ama şimdi sadece durmak, nefes almak, hiçbir şey yapmamak istediğini söyleyince gözleri doldu. Dinlenme isteği bile suçluluk yaratıyordu.
Yarışa programlanmıştı. Fakat artık koşacak gücü kalmamıştı. En son tatilini hatırlamıyordu bile. Toplantılar günlerini yutmuş, yaptığı iş anlamını yitirmişti. Yorgundu… Bu hali onu verimsizleştiriyor, verimsiz hissettikçe daha çok çalışması gerektiğine inanıyor, sonra tamamen tükeniyordu. Döngü acımasızdı. Aslında bu durum sadece ona özgü değildi. İşkolikler, uzun saatler çalışmanın verimliliği artıracağına inanırlar. Bu yanlış algı, kapitalist dünyanın şirket kültürünün dayattığı bir durumdur. Sistem bir bireyi tüketip yola diğeriyle devam etme üzerine kurulmuştur. Oysa bu, iş dünyasının en büyük yanılsamalarından biridir.
Bu noktada sorulması gereken sorular şunlardır: Gerçekten kurumlar, sadece uzun saatler çalıştığı için varlık gösteren ama değer üretmeyen çalışanları mı tercih etmelidir?
Yaratıcılığı, stratejik düşünme becerisini ve üretkenliği besleyen insanlar mı şirketleri ileri taşır yoksa kronik yorgunlukla tükenmiş olanlar mı?
Üretken bir çalışanı tüketip yenisiyle değiştirmek kolay görünebilir. Ancak bu akıllıca bir hamle midir?
Bugün biliyoruz ki sürdürülebilir büyümenin merkezi insanın kendisidir. Araştırmalar, çalışanların enerjisinin, merakının ve yaratıcılığının iş sonuçlarını olumlu yönde etkilediğini gösteriyor. Ayrıca müşteri memnuniyeti, yenilikçilik ve kurum kültürünün sağlıklı bir şekilde korunması için devamlılık esastır. İnsan değiştiğinde, ilişki ağı, kurum hafızası ve güven etkilenir. Bir çalışanın yıllar içinde biriktirdiği sezgiyi, sadakati, deneyimi ve müşteriyle kurduğu bağı hiçbir eğitim programı hızla ikame edemez.
Dünyaca ünlü yazar Robin Sharma, kurumların ancak değer katan çalışanlarla büyüyebileceğini söyler ve bunun ön koşulunun da yavaşlayabilmek olduğunu vurgular. Yıllardır dünyanın en başarılı liderlerine koçluk yapan Sharma, bu liderlerin ortak özelliğini şöyle özetler:
“Yavaşlamayı bilirler. Sabahın erken saatlerinde yalnız yürür, seyahat eder, farklı kültürlerden beslenir, zihnini yeni fikirlere açarlar.”
Benzer bir mesajı, bambaşka bir perspektiften, günümüz çalışma kültürünü cesurca sorgulayan Tim Ferriss verir. Ona göre mesele daha çok çalışmak değil, gerçekten önemli olana odaklanmaktır. Kısa molalar, mini tatiller, bilinçli duraksamalar… Ferriss için bunlar birer lüks değil; yüksek performansın yakıtıdır.
Durmadan çalıştığınızda düşünmeye, hayal kurmaya zaman bulamazsınız. Günü idare edersiniz ama geleceği inşa edemezsiniz.
Bu yüzden boş zamanınızı hafife almayın. ‘Tembellik’ kelimesini utançla değil, farkındalıkla yeniden tanımlayın. Haftada bir öğleden sonrayı, her ay bir hafta sonunu, yılda bir ayınızı sadece kendinize, ruhunuzu doyuran aktivitelere ayırın.
Dinlenmek bir kaçış değil; kendinizle yeniden bağ kurma biçimidir. Sonrasında işe geri döndüğünüzde insanların hayatına daha fazla değer kattığınızı, daha derin bağlar kurduğunuzu ve çok daha anlamlı bir yaşam inşa ettiğinizi de göreceksiniz.